Akademide felsefe tartışması Cumhuriyet öncesine gidiyor. II. Abdulhamid Han’ın Hatıra Defteri’nde şöyle yazıyor: “Ben, Mülkiyeyi Şahaneye Felsefe dersini koydurduğum zaman, bütün talebe ‘bizi gavur yapmak istiyorlar’ diye ayaklanmıştı. Ama ben gevurluğun bilgide değil, cehalette olduğunu biliyordum. Israr ettim okudular, adını sadece ‘Hikmet’e tebdil ettik. Darülfünün’da da bu dersi ‘fizik’ diye okuttuğum gibi.” Yine devamda: “Avrupanın ne kadar büyük filozofu, bilgini, edebiyatçısı varsa bunların en seçilmiş eserleri benim zamanımda basılmış, satılmış ve okunmuştur.” (İsmet Bozdağ, Abdülhamid’in Hatıra Defteri, 1975, 86-87).
Ziya Gökalp de Abdulhamid’i yeni Türkçede takip ediyor: “…Avrupaî mefhumları ve mânaları ifade edecek yeni kelimelere muhtaçtırlar. Bu kelimelerin lisanımızda vücuda gelmesi için, ne yapmalı? Bunun için en feyizli çare, Avrupa lisanlarında yazılmış olan bütün edebî muhallidelerle ilmî ve felsefî monoğrafilerin yeni Türkçeye birinci derecedeki üslûpçular vasıtasiyle, büyük bir itina ile tercüme edilmesidir. Bu tercümelerle beraber, yeni Türkçeye birçok kelimeler ve ifade tarzları girdikten maada, birçok lisanî incelikler ve seyyaliyetler, sarfî ve uzuvlar, nahvi mekanizmalar ve teşkilâtlar, hissî ve sırrî mânaları ifede edecek yeni kabiliyetler de girecektir. Bu suretle, yeni Türkçe, hem en yüksek düşünüşleri hem de en samimî ve orijinal duyuşları anlatmağa muktedir ve tercüman olacaktır.” (Gökalp. Türkçülüğün Esasları, 1973. 111-112).
Hem Abdulhamid Han’ın hem de Gökalp’in söylediklerinin ortak noktası, Batılı kaynakların Türkçeye çevrilmesi gerektiği. Bu, felsefe yapmanın koşulu olarak, felsefe klasiklerinin Türkçeye kazandırılması gereğini açıkça tespit etmek demektir. Ancak tarihin böyle tezahür etmediğini, farklı yolların denendiğini görüyoruz.
Beş Tarz-ı Felsefe
İlk kuşak felsefeciler “Felsefesiz bir toplumda nasıl felsefe yapılır?” diye sormuyor. Oysa ilk kuşak için en can alıcı soru bu olmalıydı. Başlangıca bu soruyu koysalardı, özgün ve Türkiye’ye has bir sorudan hareket etmiş olacaklardı. Bu soruyla başlamadıkları için rast gele, iyi düşünülmemiş çabaların içine savrulmuşlardır. Bu çabaları beş tarz-ı felsefe diye tasnif ediyorum. Bunlar:
Çeviriciler: Bir kısım felsefeci, Batılı kaynakları Türkçeye çeviri şeklinde aktarma işini üstleniyor. Kuşkusuz bu çabaları çok kıymetlidir. Bunlar felsefe bilgisini Türkçeye aktarma görevi edinmiş mütevazı isimlerdir ve bu insanlar son derece saygındır. Zira aracı görevini, çevirmen olarak üstlenmişlerdir. Çabalarının kıymeti, çabalarının ne olduğunu bildikleri tevazuda saklıdır. Bu mütevazı iş, felsefe klasiklerini Türkçeye taşıyarak, gelecek kuşakların hakiki anlamda felsefe yapmalarına yardımcı oluyor.
Gelenekçiler: Çabalardan biri de geleneğe dönerek felsefe aramak oluyor. Türkçe kaynaklarda felsefe aramak bir yandan tasavvufa diğer yandan halk ozanlarına uzuyor. Türkülerde felsefe arama sevimliliğine kadar uzuyor… Türk-İslam felsefesi iddiası bu çizginin en organize ve tutarlı ifadesi oluyor. Bu tarz ise temel olarak Arapça metinlere dönen bu tutum. Türk-İslam felsefesi, bir tür felsefe tarihi okuması olmanın ötesine geçme gücüne sahip olmadığı gibi yöneldiği kaynaklar da felsefe üretme potansiyeli taşımıyor.
Betimleyiciler: İlk kuşak felsefecilerin en önemli ayrıcalığı Batı dili bilmeleriydi. Batı dillerinin yaygın olarak bilinmemesi, Batı dillerinden okuduğunu “betimleyici çalışma” adı altında aktarmayı bir tarza dönüştürdü. Oysa bu “betimleyici” denen tuhaflığın yerini tam ve noksansız çeviriler almalıydı. Üstüne üstlük betimleyiciler, bu yaptıklarını felsefe makalesi saydılar. Oysa bu “betimleyici” yazılar, Batılı üniversitelerdeki öğrenci ödevlerinden daha fazla bir şey değildi. Betimleyicilik işinde çıtayı daha da yükseltenler “kolajcılar” denebilecek aktarıcılar oluyor. Bunlar, yabancı dilde okuduklarında Türkçe kolaj yaparak kendi isimleriyle kitap olarak yayımlıyorlar. Bu “yırtma yapıştırmacılar”, yayın etiğinin sınırlarını zorluyor, intihal alanına giriyorlar… “Betimleyici” denilen felsefe aktarmalarını felsefe ve kendilerini de filozof olarak sunan bu kişiler, felsefe kavrayışı geliştirememiş bir “yarım aydınlar” topluluğu oluşmasına hizmet ettiler.
Modacılar: Bu tarz-ı felsefe eyleyenler, “ilkçiler” olarak da görünüyor. Batı’da yeni yeni tanınmaya başlayan bir filozofu Türkçeye aktarmakla bir popülarite sağlama yolunu seçiyor. Bu, hem o aktarılan filozofun ülkesinde hem de Türkiye’de nispi bir tanınırlık sağlıyor. Bu “kurnaz felsefe yapma tarzı”nın nasıl bir serüvene sürükleneceği açık: Köklü fikir geliştiremiyorlar çünkü bilgi ve ilgileri aktardıkları filozofun neredeyse ilk eseriyle sınırlı kalıyor. Ama Batı’da ortaya çıkan yeni filozoflarla birlikte anılır ve aranır olmuş birtakım ukala aktarıcılar hâsıl oluyor. Artık bu uyanık tutumla “piyasa edinme” pespayeliğinin bir anlamı ve geçerliliği kalmıyor. Zira Batı dillerini çok iyi bilen ve bu dilin konuşulduğu ülkelerde felsefe okuyan, son derece köklü bağları olan, bu ülkelerin filozoflarıyla dostlukları olan felsefeciler mevcut.
Doktor Babacılar ya da Hocacılar: İlk kuşağın Batı’da doktora yapan kuşağı daha çok doktora hocalarının görüşlerini ya da ekollerini Türkiye’ye taşıyor. Bir anlamda hocalarının Türkiye’deki temsilcisi oluyorlar. Böyle bir temsilcilik, felsefe yapma olarak kavrandığından, felsefe yapma üzerine düşünmenin de önünde engel oluyor. Nicolai Hartmann’ı Türkiye’de en tanınır filozof haline getirme başarısını gösteren bu tarz-ı felsefe, hâlâ akademideki etkili doğrultuyu oluşturuyor. Diğer dört tarz-ı felsefeyi küçümseyip dışlarken kendinin nasıl bir garabet olduğunu görmüyor. Kendini asıl felsefe ve felsefenin sahibi sanan bu çizgi Kantçı, özcü sınırların ötesine geçemiyor. Tabir yadırganmazsa “resmi felsefe” gibi konumlanıyor.
Sonuç önermesi: Düşünmede biraz yoğunlaşma, bu beş tarz-ı felsefenin, hangi tarz-ı siyasete denk geldiğini de ortaya çıkarabilir. Öte yandan bir tek felsefeci, bu beş tarz-ı felsefeden birden çoğunu kendinde temsil edebiliyor. İster birden çok tarz eylesinler ister eylemesinler, bu beş tarzın mensuplarının filozofluk iddiası bir böbürlenmedir, karşılığı yoktur, boştur! Daha başlangıçta “Felsefesiz bir toplumda felsefe nasıl yapılır?” sorusu üzerinden gidilseydi, içinde yaşanılan topluma has bir felsefe sorusuyla başlandığı için, halis felsefe yapmanın kapısını aralamış olacaklardı. Aynı sorudan ötürü bir yandan da Abdulhamid gibi düşünecek, muhtemelen çeviri faaliyeti çok özel bir önem vereceklerdi. Buna bir de dil öğrenmek eklenecekti. Felsefe tarihinin bilgisine sahip ve güncel felsefe tartışmalarını izleme yeteneğine sahip felsefeciler, dünyada süren tartışmaların parçası olmayı başaracaktı. Tartışılmakta olan sorunların kendi dil dünyasındaki karşılıklarını da devreye sokarak özgün fikirler üretebilecekti. Artık felsefede ibre bu yönü gösterirken; Beş tarz-ı felsefe varlığını sürdürüyor ama yeni temsilcileri ufak bir sempati dahi uyandırmıyor. Bu tarzlar etkisini kaybediyor. Filozofluk iddiası tebessüm ettiriyor. Bunu, hakiki anlamda felsefe yapanların sayısının artması sağlıyor, sayı artıkça da beş tarz-ı felsefe alan kaybediyor…
xxx
felsefelogos 1998 yılında beşinci sayısı “Cumhuriyet Türkiyesi’nde Felsefe” başlığıyla çıkmıştı. Aradan 21 geçtikten sonra aynı temayla bir dergi daha çıkarmayı uygun gördük. felsefelogos’un bu sayısının lokal editörlüğünü Dr. Seval Bulutoğlu yaptı. Kendisine titiz çalışması için teşekkür ediyorum.
S.Ö