Bir yer. Bir şehir. Renk tercihini griden yana kullanmış isimsiz bir kent. Varlığı ve yokluğu bir. Hem cansız hem de kan içinde. Sözcükler var. Nefesler var. Ter var. Saflık yok burada. Doğal olmayan bir işleyişte sürüklenmeler var. Tuhaf masallar anlatan ayyaş bir baykuş var. Yıkık dökük bir bina var. Bir adam var bir de. Ölümün kardeşi uykuyla düello halinde biri. Yeni yalnızlığına tutkun, birden çok kadını olan biri. Puslu rüyalarında asıl yaşamını sürdüren, mutsuzluğuyla meşhur biri. Ve elde edemediği bir şey var. Tek bir şey...
“Sen hiç kendinden oldun mu? Olmuşsundur, oldun da. Gittin. Sevmişliğinden, sevilmişliğinden gittin. Bir sandalyedeydin gidişlerin olurken. Sımsıkı bağlamışlardı seni. Kimler? Bilinmez ve ne önemi var ki? Şefkatin, pürlüğün uçuşarak kaçıştığını dehşet içinde seyretmiştin. Hatırlar mısın? Küçüktün. Unutmuşsundur. Bir süre debelenip aniden durgunlaşmıştın. Tam da o anda çözülmüştü ipler kendiliğinden. Ayağa kalkmıştın. Şöyle bir üstünü başını düzeltmiştin. Gözünde başka türlü bir bakış parlamıştı, yaşamayan bir bakış. Gölgemsi bir varlık peşine o an takılmıştı. Biliyordun. Korkmamıştın. Bir alacakaranlığa onunla daldın sen. Sen, kendinden oldun. Öldün.”