“Bir çocuğun annesine inanmaması mümkün mü? Annesinin onda gördüğünden fazlasını bulması mesela kendinde? Büyüdüğünde bile üstelik? Mümkün mü?”
Bir tekerlek gibi çamura saplanmış düşüncelere, sonunda hep birbirine benzeyen ilişkilere ayna tutuyor Nankör’deki öyküler. Karakterlerin çevresindeki karanlığı, içlerindeki çıkışsızlığı hissetmemek, o girdaba direnmek okur için de hiç kolay olmayacak üstelik.
Ruh ikliminin vahşi coğrafyalarında –gece inen kâbuslara rağmen– büyümek ve büyütmek için çırpınan annelere ithaf edilmiş çarpıcı bir ilk kitap.
“Kalemi hâlâ elinde; onunla masanın üzerine bir çember karalayacak yavaşça. Bir çember, onun izinde bir tane daha, sonra başkaları. Kalemin ucu masanın üzerinde hızla dönüyor şimdi; halkalar muntazam mı değil mi artık kimin umurunda? Saplandığı çamurda boşuna çırpınan bir tekerlek sanki bu çizdiği. Çırpındıkça çırpınan lakin hiçbir yere varamayan, hiçbir yere gidemeyen bu tekerlek, çakıldığı batağın içinde döndükçe dönüyor. Kadın ağladıkça ağlıyor. Derken kalemi hiddetle kaldırdı. Kaldırıp tekerleğin tam ortasına öfkeyle sapladı. Kalemin ucu kırılıyor. Tekerlek durdu.”