Genel kanı, sosyal bilimler ile felsefe arasında derin bir yarık görür; birbirini karşılıklı olarak yok sayan, hatta dışlayan iki ayrı dünya arasındaki bir yarık. Oysa bu, en başından beri sosyal bilimler düşüncesine eşlik etmiş olan felsefi sorgulamaları ve aynı şekilde bilimsel düşüncenin de felsefede tetiklediği tartışmaları görmezden gelmek demektir. Ülkemizde ne yazık ki ekseriyetle “herhangi bir özne felsefesi” olarak alımlanmış olan Fenomenoloji, yine en başından beri, bu iki “bilme biçimi” arasındaki en zengin karşılaşmaların ve geçişlerin temel güzergâhlarından biri olmuştur. Ancak bir isim vardır ki bu diyaloğun tesisi tüm düşüncesini meşgul etmiştir, bilhassa sosyoloji özelinde: Alfred Schütz. Mahir bir takipçisi olduğu Husserl’in fenomenolojisini eleştirel ve yetkin bir sentez dâhilinde Weber’in sosyolojisiyle buluşturmakla yetinmemiştir Schütz. Tüm bu zengin fikri alüvyonları, 1937 yılından itibaren yaşamını sürdüreceği ABD’ye taşımış; onları burada pragmatizmin yine bir o kadar verimli ovalarıyla buluşturmuş; ve nihayetinde sosyoloji ve felsefenin gelmiş geçmiş en ezber bozucu ve üretken yakınlaşmalarından birinin altına imza atmıştır.