Habeşistan dağlarında doğan bir kara çocuğun, Osmanlı sarayına, oradan hareme doğru yönlenen acı dolu yolculuğunun hikâyesi…
Damgasız, özgür doğmuştu. Ailesinin sevdiği, umut beslediği bir çocuktu. En sevdiği yer orman, işi de avlanmaktı. Erkekti Guban. Avcıydı. Babasının orman ve av arkadaşıydı. Ailesinin, kabilesinin övündüğü gençlerden biri, güçlü bir savaşçı olacaktı. Kabilesinin güzel, alımlı genç kızlarının gönlüne girecek, evlenecek, çocukları olacaktı. Bunların hiçbiri olmadı. Haremde görevli bir hadım, bir ‘karaağa’ olarak sürdürdü hayatını
Bir zamanlar sahibi yoktu Guban’ın. Ailesi, sevenleri vardı. Guban, damgalandığı gün insanlıktan çıkışının işaretini de almıştı. O artık bir köleydi.
Koptu ve yere düştü organ… Organ ölmüştü. Yazık ki Guban yaşıyordu. Başındaki kıvrım kıvrım saçlarının en ucuna kadar hissetti acıyı. Ayak parmaklarının en ucuna kadar… Ellerindeki parmaklarının en ucuna… Acı vücuduna yayılmış, vücudu acı olmuştu. Acımayan hiçbir yeri kalmamıştı. Gözleri açılmıştı acıdan. Dili sarkmış, ağzı açık kalmıştı. Sarsıldı. Sesi kısılmıştı attığı acı çığlıklardan. Derin derin üfleyerek nefes alıyordu acısı dinecekmiş gibi.“Ölmek istiyorum! Ölmek…”
Guban, eski Guban olmayacak. Ona kimse erkek demeyecek, ondan erkeklik beklemeyecek. Eksikli bir zavallı olarak sürdürmek zorunda kalacak hayatını. Organsız, etkisiz ve yıkık… Küçümsenerek bakılacak Guban’a.