Roman, Zehra’nın Korkut’a rastlayana kadar farkına varmadığı kendi ıssızlığına giden mücadeleli yolun ve bu yolda her daim önünü tıkayan geçmişiyle yüzleşmesinin hikâyesi.
Zehra yalnız çıktığı bir deniz kenarı yürüyüşünden Korkut’la birlikte döner. Bu karşılaşma; kadının, erkeğin ikliminden etkilenmesi midir yalnızca? Zehra önceleri öyle sanır ancak adamın karanlığı içini ürpertmeye başladığında dönüp kendi içine bakmak zorunda kalır ve her bakış onu geriye doğru akan bir nehirde yüzmeye iter. Bir yapboz gibi önüne serilmeye hazırlanan geçmiş, her bir parçada canını acıtır; en çok da yedi yaşında bir kız çocuğu olarak Sultanahmet’in paket taşlı yokuşlarından aşağı koşarken oyunların sonsuz coşkusunu bıçak gibi kesiveren o talihsiz gün!
Hayriyem Zeynep Altan, ilk romanında olduğu gibi burada da kadın dünyasının gizemlerini aralıyor. Aşk, ilişkiler, cinsellik, kader ve haset temaları üzerinden hayatın her an ıssızlaşmaya muktedir yanlarını bu kez yalın ama şiirsel bir dille anlatıyor.
“Onlarcası içinden oldukça büyük, siyah çerçeveli bir resim anımsıyorum. Salonun sağ duvarında asılıydı ve her geldiğimde bakardım: Çıplak bir kadın belli belirsiz bir şeyin üzerinde oturuyor. Güzel bir yüzü, uzun siyah saçları var. Dikkatle süzüyorum onu. Uzun boynunu, omuzlarını, ellerini, memelerini, ince belini, karnını, bitişik uzun bacakları arasında kalan o bölgeyi ve ayaklarını inceliyorum. Çıplaklıkla ilgili olumsuz bilgime rağmen kadının kendinden hoşnutluğunu, huzurlu bütünlüğünü beğeniyorum. Büyüdüğümde bedenimin böyle güzel olmasını istiyorum. Aslında sadece güzellik değil beni cezbeden, kadın olmayı merak ediyorum. Bir kadını böyle içine kapatan, güzel şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum.”
Kitaptan Alıntı:
Kapı
Hayat, aranıza hiçbir koşul koymadan, yürek feryadıyla soru sorduğunuzda sizi mutlaka yanıtlıyor. Ama ilk kez yanıtın kendisi oluyorum. Bir başkasının sözü benim hakikatim oluyor. Nasıl mı? Anlatayım: Tanıştığımda ciddiyetinden deyim yerindeyse tırstığım, savunma duvarlarına toslayarak az biraz alnımı morarttığım ama anlayamadığım biçimde uzun zamandır gitmeyi sürdürdüğüm makyöz Esin Hanım, bir gün sessizliğini alışılmadık biçimde bir gülümsemeyle bozup “Sizi her zamankinden duru gördüm,” dedi ve ekledi; “Ama içinizdeki telaşı hissedebiliyorum, yorgunluğu. Bırakın kendinizi!”
Kaşlarımı tek tek çekerken masal anlatır gibi konuşmaya başlamıştı. Gözlerim kapalı, kulağımı sesine dayadım: “Bir gün bir grup arkadaş, kendini bulmakla ilgili bir seminere katılmak üzere doğa harikası bir yere geldik. Konuşmalar yapıldı, sorular soruldu. ‘Hadi,’ dedi seminer başkanı; ‘serbest zaman, istediğinizi yapın, kendinizi bulun,’ Kimi kitabını açtı, okudu. Kimi sohbete daldı. Ben ne yapacağımı bilemedim. Zihnimde ‘kendimi nasıl bulurum?’ sorusu dönüp duruyor. Yürüdüm aşağıya doğru. Bir ırmağın kıyısına geldim. Oturdum. Bakıyorum öylesine. Akan suyu dinliyorum, izliyorum. Derken bir peygamber böceği ilişti gözüme. Yemyeşil bedenindeki iri bacaklarını gördüm önce. Akıntının tersine gitmeye çabalıyordu. Bacaklarıyla itiyordu suyu. Döne döne uçup biraz ilerliyor sonra akıntıyla geri düşüyordu. Her defasında nehrin gücüne karşı onun direnci...
Dakikalarca onu izledim büyüye tutulmuş gibi. Sonra bir anda hareket etmeyi bıraktı. Kızılımsı bir yaprakla buluşup onun üzerinde ırmağın hızıyla kayıp gitti. Dakikalar sandım ama saatler geçmiş.”
Kocaman beyaz bir peçeteyi yüzüme doğru uzattığında, gözyaşlarına boğulduğumu fark edip şaşırdım. İşte bir kapı! Anneannem; “Bir kadın ağladığında bir kapı aralanır,” derdi. Hikâye burada başlıyor. Aralık bu kapıdan adımımı atar atmaz. Evet, bir peygamber böceği oldum. Çoğu zaman bir prenses. Bazen Zehra. Bazen bir gelincik. Bazen bir Çınar ağacı. Bazen yalnızca küçük bir kız. Çoğu zaman bir prenses...
Karşılaşma
Bugün anladım, ben bir “ıssız adam”la tanışmışım. Hem de en ıssızından. Filmdeki Alper karakterinin hiç olmazsa duygusal incelik göstergesi sayılabilecek jestleri vardı: 45’liklere merakı, karşı konulması zor bir ısrar ve elbette bir erkeği bir kadının gözünde cazip bir noktaya taşıyan aşçılık maharetleri! Benim 1.93’lük kahramanım ise ikinci buluşmamızda nezaket kurallarını delmeye ve söz ettiği kadınları betimlemek için onca sözcük arasından “karı”yı kullanmaya başladı. Üstelik benimle buluşmak için beni aradığında bir kafede oturmuş, çay içiyordu. Evden çıkmadan önce aramak yerine muhtemelen canının sıkıldığı bir zaman diliminde telefona uzanıyordu eli. Aman canım, bu kadar da ince eleyip sık dokunmaz ki demeyin. Dokuyorum işte elimde değil!
Beni çağırdığında çok heyecanlandım; onu ilk kez gündüz gözüyle görecektim. İki hafta önceki tanışmamızdan hafızamda kalan, ona dair imge epey silikti: Yüksek enerjili bir gülümseyiş ve Amerikan kovboylarına özgü bir heybet dışında gözümün önünde hiçbir şey yoktu. Ha bir de tanışmamızın biçimi var: Bu, bir film karesi olsaydı gayet romantik sayılabilecek bir yağmurda yürüme faslı! İşte beni bir anda gündelik yaşamın dışına atan ve o akşamın gecesi onu düşüncelerimin nesnesi yapan bunlardı sanırım. Uyumak için denediğim bütün çarelere rağmen uyuyamamıştım. Bu uykusuzluğun nedenine bugünkü izlenimlerimin ışığında yeniden bakmak ve orada yeni bir şey görmek mümkün: O eşsiz gülümseme ıssız bir adama ait ve ben bunu, içimdeki gölgeli yanımın daha o ilk anda bildiğini, şimdi kavrıyorum.
Uykusuz kaldım çünkü bir iç çatışması beni ansızın yakalamıştı. Uzun zamandır boş kalan yüreğime küçük bir kıpırtı gelmişti, bu iyiydi ancak bu erkek cidden güvenilmezdi ve bu kötüydü.
Onu bugün güneşin çıplak ışınları altında gördüğüm ilk anda, çok derinlerde bir yerde cılız bir sezgi kırıntısı içinde, olumsuz bir şey hissettim: Benim geldiğimi görmeden yani poz kesmezden önceki beden dili pervasızdı. Hatta o saniyeler içinde gördüğüm bundan daha fazlasıydı; kara gözlüğünün arkasında bir kıvılcım gibi yanıp sönen deneyimli bir avcının yüzü! Benimkilerle karşılaştıklarında bu gözlerde ne değişti göremedim. Bir süre sonra kendimi onunla karşılıklı sohbet ederken ve çay içerken buldum. Bir anda sözünü kestim ve “Lütfen gözlüğünü çıkar,” dedim. Daha önce onda bulduğum güzel şeyi yeniden bulmak için gözlerine baktım. Kahverengi değillerdi, elaydılar ve bir sürü küçük nokta vardı içlerinde. Onu işitiyordum ve söylediklerini anlamlandırabiliyordum ancak garip biçimde eş zamanlı olarak varlığını sessizliğin içine oturtmuş her yöresine bakıyordum. Zamanın akışını durdurmuştum. Ondan yayılan enerjinin etraftaki gürültüyle dağılıp gitmesini bir süreliğine engelleyebilmiştim. Bunu nasıl yaptığımı bilmiyorum.
Bir kadın bir sevgili adayından, yüreği sonsuzluğa dokunan bir eş çıkar mı diye, neredeyse iğne deliğinden baktığında böyle sıra dışı yetenekler doğurabiliyordu demek! Ben tam da böyle söylemişken bir başka erkeğin tüm erkeklerin sözcülüğünü yaparcasına Korkut’a “Hemen oradan uzaklaş, arkadaş,” dediğini duyar gibiyim. Erkekler... Zihninde evlenme kararı almış ve bu kararlılığın gözüyle etrafına bakan bir kadın gibi tehlikelisi yok onlar için. Dahası böyle bir kadının deli olduğunu bile düşünüyorlar. Nitekim Korkut’un ikide birde “Evlenmeye hevesli kadınlar şöyle şöyledir,” diye başlayan cümlelerinin yine “E bu karı hak ediyor bu hakareti,” diye devam eden cümlelere dönüştüğü sohbetimizde, tanışmanın büyüsü azalıyordu. Olması gereken de buydu. Bir büyülenme üzerine şiir yazılabilirdi, yatağa uzanılıp hayaller kurulabilirdi, boş kalp bu kadarıyla bile ısıtılabilirdi ancak bunun üzerine bir ilişki inşa edilemezdi. Özellikle benim yapmamam gereken şey, karşı tarafı süslemekti. Allah’tan bu adama âşık değildim. Öyle olsaydım, ondan bana doğru gelen tüm bilgi kanallarını zihnimdeki büyülenmeyle tıkar ve çok sonra hayal kırıklığı ile biten sevdama perişan bir kalple baka kalırdım ki ben bunu yıllar önce yaşamıştım!
Neden acaba en çok da “aldatma” üzerine konuştuk? “Şimdilerde ne okuyorsun? Ha o filme mi gittin? Son ilişkimde bu filmdekine benzer bir şey yaşamıştım, ya sen?” gibi sorular bir bakmışsın şu cümleye geçit vermiş:
“Erkek aldatır, aldatmıyorum diyorsa yalancıdır!”