Artık gitmeliyim, dedi Rüzgar. Oturduğu yerden doğrulmaya çalıştı. Kalkamadı. Başı dönüyordu. Farkında olmadan rakıyı biraz fazla kaçırmıştı galiba. Yamaç’ın içme istersen dediği son kadehi içmemesi gerektiğini anladı ama artık çok geçti. Tesadüfen, sabaha karşı şehre gitmek üzere yola çıkmış bir minibüse denk geldiler. Arka taraf erzak dolu olduğu için; öndeki tek kişilik koltuğa, iki kişi oturmak zorunda kaldılar. Gidecekleri yol çok uzun olmasa da, Rüzgar’ın titremesini hissettiği an üzerini yavaşça ceketiyle örttü Yamaç. Rüzgâr’da buna karşılık başını bu yabancının omzuna iyice yasladı. Bıraktı kendini. Alabildiğine, savunmasızca bıraktı. Bir yandan içi kıpırdanıyor, bir yandan başı dönüyor, bir yandan rüya görüyor gibiydi. Yamaç, ceketin altından belli etmemeye çalışarak elini tuttu Rüzgâr’ın. Yasak bir köyde, sabaha karşı, ilk defa birbirleriyle buluşmuşken, bir yasağı beraber kırmanın tadını çıkartıyorlardı. Birbirlerine bu kadar yabancı, birbirlerine bu kadar yakınlardı. Çocukluklarına ait bir koku duyup, tanıdık bir tat alıyorlardı sanki. Hoşlarına gitti bu huzur, düşünmediler derinini. Yamaç o an Rüzgar’a sarılmanın, ona dokunmanın keyfini o kadar güçlü hissediyordu ki, engelleyemedi içindeki bu gücü... Belki de ilk defa, bu kadar serbest bıraktı kendini... bir daha hiç bırakmayacağı kadar...