“...Dolabın, türü tehlikede olan bir ağaçtan yapıldığını söylemişti sana ve sen ona şu saçmalığı kesmesini söylemiştin. Saçmalık, ona söylediğin son kelime miydi? Bekleyemedin, halatı kendin kesip indirdin onu bir mutfak bıçağıyla. Bıçak öyle kör, oğlun öyle ölüydü ki inanamamıştın, kocan onun göğsüne bastırıyor, sonra telefonun tuşlarına basıyordu, sen onun ölü dudaklarına nefesini veriyordun ve tek istediğin nefesini çeke çeke onu içine geri almak, etrafını derinle sarmak, yeniden, en baştan başlamak, bu sonsuza kadar sürecekmiş gibi duran sondan kurtulmaktı.
Ve işte şimdi burada oğlun. Eğimli parka gömülmüş, sessiz; bisiklete binen biri var; iki anne, bisiklet tekerlekli son teknoloji bebek arabalarının arkasında yürüyor, içlerinde bebekler uyuyor, –senin bebeğin nerede?– annelerin bacakları ince ve yünlü kumaşla sarılı. Siktiğimin ezik hormon torbaları gelmiş mezarların arasında yürüyor, keşke, keşke bu çirkin dünyayı komple sikip atabilsen...”
Bir pazartesi sabahı on yedi yaşındaki Patrick Furey’nin intihar haberi okuduğu okulun yalandan, yargılamalardan, sırlardan ve aşağılamalardan örülü duvarları arasında kulaktan kulağa yayılır ve dokunduğu herkesi bir iç hesaplaşmaya sürükler. Ta ki tek boynuzlu atlar gökten bir lütuf gibi inene kadar...