“Kar yağıyordu. Başımı sağa çevirip iki dükkân arasından gözüken bordo binaya baktım. Pencerede miydi Hicran? Yoksa o da dipsiz bir kuyuya mı düşmüştü benim gibi Araç çalıştı. El salladım. Ragıp bana bakıyordu. Bense karşıya. Az sonra gözden kayboldu Ragıp,
kütüphane, öğretmenevi. Sonrasında hapishane, kaymakamlık, ilçenin çıkışındaki çalıştığım okul ve nihayetinde Hizan. Pencerede Hicran’ı, ocakta Ragıp’ı, dükkân önünde Şakir Dayı’yı, kulübede askeri, hücrelerde mahkûmları, bahçede öğrencileri,iki dağın eteğindeki evleri düşündüm bir bir. Kıvrılarak çıktık Panur Dağı’nı. Başları poşulu adamlar sigaralarını yakmışlar, göz gözü görmüyordu. Radyodan ince bir kadın sesi geliyordu. Ağıttı söylediği. Kürtçe. Yükselen dumanlarda Hicran’ın gözlerini gördüm. Islak gözlerini. Uzun kirpiklerinin arasından bakıyordu bana. Gölge düşmüştü bakışlarına. Elimde tuttuğum menekşeye baktım.“Bir gün benim menekşelerimle sana verdiğim menekşe aynı çatı altında buluşurlar umarım.” diye yazmıştı Hicran. Başımı cama dayadım. Gözlerimi kapattım.”