Kendimizi canavarlaştırdığımızda insan olmanın acılarından ve yüklerinden kurtuluyor muyuz?
İki dünya savaşının yarattığı sarsıntının ve yıkımın ortasında Batı, uygarlaşmanın bedelini tartışmaya açmıştı. Yaşananların hatırası tazeydi ve yeni şekillenen Soğuk Savaş nedeniyle topyekûn yıkım olasılığının ilk kez ufukta belirmesiyle gelecek de parlak görünmüyordu. Böyle bir ortamda sosyal bilimciler, özellikle de bazı önde gelen antropologlar ve etnologlar felaketten çıkış yolunu uzak geçmişte, tarihöncesinde, “yaban” ve “ilkel” uygarlıklarda, kayıp bir “altın çağ”da aradılar:
Tarihöncesi ve yaban toplumlarda savaş çok nadir görülüyordu, fazla can kaybına yol açmıyordu, çocuksuydu. Vahşiler soylu ve barışçıldı, uygarlarsa savaşçı ve “şeytan”; gittikleri yere hastalık, ölüm, kötülük ve acı götürmüşlerdi. Bu anlayış son elli yıl içinde itiraz edilemeyen bir tabu hâline geldi.
Yayımlandığı tarihten beri çoksatanlar arasında yer alan bu kışkırtıcı kitap, işte bu anlayışa meydan okuyor. Amerika’dan Okyanusya’ya, Batı Avrupa’dan Kuzey Kutup Dairesi’ne ve Asya’ya kadar dünyanın dört bir yanından derlediği antropolojik, arkeolojik ve etnografik bulgularla bize bambaşka ve ürkütücü bir tablo sunuyor. Vahşilerin savaşlarının da en az uygarlarınki kadar acımasız, şiddetli ve tehditkâr olduğunu ortaya koyuyor. Toplu kıyımların gerçekleştiği tarihöncesi mezarlıklardan, ilkel toplumların savaş, müzakere ve mübadele biçimlerine kadar birçok konuya eğilerek, geçmişi barışçıllaştıran “uygar” yorumların da Batı insanının kibrinin bir ürünü olduğunu gözler önüne seriyor.