“Ne zaman ve nereden edindiğimi hatırlamadığım kelepçeyi ellerine arkadan taktım. Sürükleyerek içeri götürdüm. Kollarım kalınlaşmıştı ama ayağımda hastabakıcıların giydiği mavi terliklerden vardı. Afallamıştım. Allahtan Can Alan kıpırdayacak halde değildi. Yine nereden geldiğini bilmediğim bir koli bandı elimdeydi şimdi. Salonun ortasındaki halının üzerine bıraktığım adamın ağzını kapatacak şekilde koli bandını başında birkaç kez dolaştırdım. Sıra paketlemenin son aşamasına gelmişti. Avucumun içiyle Can’ın yüzüne, yüzünün ortasına birkaç kez vurdum.
‘Kımıldama, sıkarım kafana, ayaklarını birleştir!’
Ayak bileklerini sıkıca bantlayıp dış kapıya yöneldim. Dışarıda başka biri duruyordu, bu adam bendim, üstelik tekerlekli sandalyedeydim.”
Genç bir dolandırıcı, İmparator’un yeğeni Tilki Sadık, bir gün, hiç ummadığı biçimde vurulur. Belkemiğine oturan bir kurşunla, bir kara deliğe düşer gibi hayatı değişir. Senelerce Aloculuk yapmış, rol kesmiş, yemlemiş... Tilki’nin günleri, titanyuma mı vidalandı? Yoksa artık sandalyede dik oturmalı, on beş dakikada bir push up mı yapmalı?
Emrah Polat, garip, yaralı, kahırlı, vicdanı unutan ve hatırlatan bir hikâye anlatıyor. Alocu Tilki’nin Serencamı, kirli bir adamın küskünlüğünü, iç dökmelerini trajikomik bir dille resmediyor. Muzip, karanlık ve soğuğu bilen bir soğuklukla.