“Seçkinleri eleştiren herkes popülist değildir. Popülistler seçkin karşıtı olmanın yanı sıra çoğulculuk karşıtıdır. Sadece ve sadece kendilerinin halkı temsil ettiğini iddia ederler. Bütün diğer siyasal rakipleri meşruiyetten yoksundur ve onların destekçileri halkın bir parçası olarak görülmez. (…) Daha yakından baktığımızda ise, popülistler için önemli olanın sahici bir irade oluşturma sürecinin sonucunda ortaya çıkan ürün veya sağduyu sahibi herkesin faydalanabileceği bir ortak iyi olmadığı görülür. Onlar için önemli olan siyasal sonuçları sonradan ortaya çıkarılacak bir sembolik ‘gerçek halk’ temsilidir.”
Popülizm, son yıllarda bütün dünyada politika analizlerinde belki de en sık kullanılan kavram. Genellikle demagoji ve fanatizmin baskınlaşmasıyla, çoğulculuk karşıtlığıyla, ifade özgürlüğü ve yargı bağımsızlığının erozyonuyla, yabancı düşmanlığı ve faşizan etkilerle birlikte tartışılıyor. Ancak, o kadar yaygın ve güçlü olmamakla beraber, bir “sol”-popülizmden de söz ediliyor. Zaten popülizm olgusunun, sağ-sol ayrımının bulanmasıyla, yerleşik partilerin ve parti sistemlerinin çözülmesiyle ilgili bir yanı da var. Her halükârda popülizm, 21. yüzyılın ilk çeyreğinin politik alt üst oluşlarını anlamlandırmaya çalışırken kaçınılmaz bir kavram.
Jan-Werner Müller, bütün dünyada ilgi uyandıran eserinde, popülizmin dünya görüşünü, politik anlayışını, “ruhunu” anlamaya çalışıyor. Le Pen’den Trump’a, Kaczysnki’den Orban’a, Erdoğan’dan, Putin’e, Chavez’e, farklı ülkelerden ve politik yelpazenin farklı köşelerinden deneyimlere bakarak, canlı bir örneklemin içinden konuşuyor. Popülizmi ciddiye almaya çağıran bir deneme.