“Artık, toprağı kazmak Yadigâr için bir araç değil, amaç olmuştu. İster maden ister firar ister define olsun, tüm bu kazılar, onu öksüz bırakan kalpsiz dünyadan toprak ananın rahmine doğru bir yolculuktan başka bir şey değildi.”
Aslında bir hayatımız var mı? Zamansal, mekânsal, bedensel ve sosyal olarak tümüyle kendimize ait bir hayat? Peki, yaşadıklarımızı bir hayat saysak bile tüm bunların bir anlamı var mı? Bu efsunlu romanın kahramanları biraz absürttür, yaşamları ve başlarına gelenler gerçekliğin sınırını zorlar. Ama bu onların tercihi değildir. Bunun sebebi, atalarının, kahramanlarımızın üzerine göçen hayatlarının, kaldırılması imkânsız lanetli hafriyatıdır.
Osman Özarslan’ın Hafriyat adlı bu ilk romanında, kahramanlar cezbeyle çekilerek bir kara deliğin içine düşmüş gibi, zamansız ve mekânsız oradan oraya dolanırken küçük fısıltılar duyarlar, bu hayatı onlara miras bırakanların siluetlerini görürler, bir zamanlar bir anlamı vardıysa da artık ne anlama geldiği belli olmayan nesnelerle birlikte zamanın giderek büyüyen boşluğunda savrulurlar.