Hava karardığı zaman yolcular arasında bir heyecan dalgasının dolaştığını hissettim, birbirlerinin peşi sıra hepsi sürücüye daha hızlı gitmesi için ısrar ediyor gibiydiler. Uzun kamçısıyla atları acımasızca kırbaçladı, hoyrat hoyrat bağırıp atları hızlandırmaya çalıştı. Sonra karanlığın içinde, önümüzde gri bir ışık görür gibi oldum; sanki tepelerin arasındaki bir yarıktan geliyor gibiydi. İşte o zaman yolcuların heyecanı büsbütün arttı; şirazesinden çıkmış arabamız deriden yayların üzerinde şöyle bir titredi ve fırtınalı denizde kalmış bir tekne gibi bir o yana, bir bu yana sallandı...
***
Dracula’nın geldiği dünyanın bir bakıma belirsiz oluşu, iki dünya arasındaki sıkışmışlığı, aydınlanma Avrupası için “dış” bir coğrafyayı temsil etmesi, aklın denetim sınırları dışında kalması, tekinsiz olanın uyanması kuralına uymaktadır. Farklılık, Kont’un, görünürde huzurlu, güvencelerle donanmış bir dünyaya “davet edilmeyip” kendisinin gelmesinde ortaya çıkar. Denetlenemez olan, dünyanın bildik bilimsel-akli araçlarıyla geri çevrilemez olan şey “ülkeye sızmıştır.” Bir ölümsüz olarak Dracula, romanda iki oluş/durum arasında, tanımlanamayan bir yerdedir: Teritorium incognito. Böyle iki oluş arasında kalmış, varlığı belirsiz biri olduğu için de ne bir gölgeye sahiptir ne de aynada bir yansımaya...