"Bizim yaşamımız nasıldır izah edeyim. Benim ve diğer görünmezlerin yani… Bir kız severseniz, değil onun sizi sevmesi, farkınıza varması bile güçtür. Çember bazen kırılabilir, görünmez kızları siz görebilseniz çember kırılır. Ama göremezsiniz. Anlatabildim mi durumun çaresizliğini, yalnızlığa mahkumluğunu?"
Bir gün bir apartman, baştan aşağı bembeyaz bir karanlığa gömülür. Şehre daha önce emsali görülmedik biçimde kar yağmıştır. Dışarıyla irtibat kesilir, ama çok önemi yoktur bunun. En tehlikeli saat gelmiştir çünkü: İçeriyle irtibat… Daha önce birbirini tanımaya tenezzül etmemiş apartman sakinleri, tuzağa yakalanmış hayvanlar gibi usul usul birbirlerine yaklaşırlar. İlkin dilleri açılır, sonra gözleri. Çok farklı ve özel sandıkları hayatları iç içe girdikçe, sanki bütün iç sesler tek bir zihinden çıkıyormuş gibi birbirine karışmaya başlar.
"İnsanın canını en çok ne yakar, bugün buldum Ayten teyze. Birdenbire buldum - valizimi toplarken. İsmini bilmiyorum. Hem Ayşe'ymiş, Alev'miş ne önemi var? Güzel midir diye de merak etmiyorum, güzeldir. Hayır, canımı en çok yakan şey bunlar değil; insanın kendine acıması imiş. Ve acımak, çıktığı bağra geri dönünce, tiksinmekten ayrılmazmış." Küçük dolaplarda saklanan sırlar, zaaflar, herkesin yıllarca içinde biriktirdiği bütün çamur yavaş yavaş ortalığa dökülmeye başlamıştır artık. Çünkü içeride kalanlar birer birer dökülür, çözülür ve saydamlaşır. Ve günün sonunda herkes, istese de istemese de, şu soruyla yüz yüze kalır: "İnsan, ceketinin astarına girmiş bir yavru sincabı fark etmeden yaşayabilir mi?"