Balkan Harbi'nde Türk Deniz Kapudanı Ali Rıza Bey'in Hatıratı
Artık vakit sabaha karşıdır...
Üsküdar Doğancılar semtinde sabahın alacakaranlığı hüküm sürerken, İmrahor’a doğru sessizce yürümekte olan genç adamı gören olmamıştır. Salacak Sinanpaşa Mahallesi’ndeki ahşap evlerinden usulca çıkmış Şemsipaşa’ya doğru adımlarını atarken çekingendir, dalgındır. Mayıs ayının ikinci sabahıdır. Kuzeyden gelen hafif rüzgârın etkisiyle sabahın serinliği vücudunu ürpertir... Ama o artık bunların farkında bile değildir. Yürür, yürür ve daha nice yıllar sonrasında İmrahor Camii duvarında biraz soluklanır. Sokakların yalnızlığını sabah ezanı sarar... Ellerini açıp dua ettiğini kimseler görmeyecektir.
Nihayet sahile ulaşır. Boğaz bütün coşkusuyla kuzeyden Marmara’ya doğru şelaleler gibi akıp gitmektedir... İşte orada, yaşamın son katre ölüm şerbetini içmeye başlamıştır.
Elindeki torbayı hafifçe yere terk eder...
Sevgiyle ve muhabbetle sarıldığı eşi Zeynep Hanım’a karşı ne diyeceğini bilemeyecek bir bunalımla sarsılırken, beyni önüne geçemeyeceği bir tahribatın etkisinde, onu bu fani dünyadan çekip almaktadır. Oğlu Muzaffer ve kızı Atıfet gözlerinin önünden gitmeseler de, göğsünü yakan ateşi, dağlar kadar artan hasreti bastıran kendinden geçmişlik içersinde, torbadakileri çıkartmaya başlar.
Sivil pardösüsünü de yere bırakır...
Pardösüsünün cebinde intihar etmekten başka çaresi kalmadığını anlatan iki mektubu vardır.
Sonra bu dünyada geri bırakacağı hiçbir hatıra kalmamışçasına, Marmara’ya uzanan denize doğru yürümeye başlar... Sahilden kendini Boğaz’ın akıntılarına bırakıverir. Zorlu suların girdaplarında kayboluncaya kadar…
Gün ağardığında, sahilden geçenler oracıkta terk edilmiş bir pardösüyü, bir çift ayakkabıyı ve bir de hasır bastonu bulurlar. Meraklar yerini korkuya bırakır ve gördüklerini bekçiye haber vererek, bir felaketin cereyan etmiş olabileceğini anlatırlar!