Elinizdeki kitap, on sekizinci yüzyıl için bir rehber olma amacı taşıyor; ama tamamına değil (böyle bir şey ciltler boyu sürecek bir inceleme gerektirecektir): Bu yüzyılın en ilginç, acayip kuytu köşelerinden bazılarına ve elbette asıl meselesi olan Aydınlanma etrafındaki sorunlara dair bir rehber. Böyle bir rehber yazma fikri, uzun süre önce Jefferson’ı Paris’te takip etmeye çalışırken aklıma düşmüştü. Jefferson’ın bıraktığı iz, Amerika’ya yönelik idealist bir tutkuyla Grub Sokağı’ndaki kaba siyaseti birbirine karıştırmış Fransızların yaşamlarına öncülük etti. Bu isimlerden biri olan Étienne Clavière, Paris Borsası üzerinden bir kavgaya karışmış ve yaptığı spekülasyonlar onu aynı anda hem Ohio’da ütopik bir koloni kurma tasarısının hem de Versay’da hükümeti devirmek için tertiplenen komploların bir parçası yapmıştı.
Bir başka Amerikan meftunu isim olan Jacques-Pierre Brissot, polis arşivine bakılırsa aslında casustu. Bu soruşturmaların ucu öyle tuhaf yerlere varıyordu ki, sonunda Jefferson yerine onları takip etmeye karar verdim ve izleyen on yılı Fransa’da zihniyetler tarihi olarak bilinen çalışma alanında bir o yana bir bu yana dolanarak geçirdim. Burada bir araya getirilen makaleler de söz konusu yolculuğun saha notlarıdır. Yine de, bu yazılar on sekizinci yüzyıl haritasının her bir noktasına temas etmiyor. Birbiriyle ilişkili dört temaya odaklanıyor: Fransız-Amerikan bağlantıları, Edebiyat Cumhuriyeti’nde yaşam, iletişim şekilleri ve Fransız Aydınlanması’na özgü düşünme biçimleri.
Bu temalardan her biri, on sekizinci yüzyılın zihinsel dünyasına uzaktan bir erişim yolu sunsa da, bir yandan da çağdaş sorunlarla bağlantılar taşıyor ve bu da bir soruna kapı aralıyor. Tarihçilerin ilk emri bellidir: “Anakronizme başvurmayacaksın!” Ne var ki, ancak bu emri ihlal edebilirsek şimdi ile geçmiş arasında bağlar kurabiliriz. Zaman zaman anıldığı şekliyle “şimdicilik”in tehlikesi göründüğünden çok daha büyüktür. Sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen tarihçiler, ahlaki dersler çıkarmak için geçmişi elekten geçirir veyahut Washington’ı dönemin kıyafetlerine bürünmüş bizlerden biri olarak tahayyül ederler. Peki kendi zamanımızın penceresinden dönüp bakınca onu nasıl görürüz ki? Hiçbirimizin algı çerçevemizde konumlanmış “şimdici” önyargıları yok mu? Dahası, Gilbert Stuart ve Charles Willson Peale’in resimlerini düşündüğümüzde bile, Washington hakkında nasıl dolaysız bir görüş elde edebiliriz ki? Geçmişe dolaysız erişilemez.