Birçok Avrupalı gibi umutlarının peşine düşüp Amerika’ya giden Büyük Biritanya’lı bir ailenin çocuğu Jack London. San Fransisco’nun liman mahallerinden birinde büyürken kutsal Britanya kültürünün insanlığı kurtaramayacağı bilincine varıp dünya kültürünün kucağına atmış kendini. Sonrası açılmış denizlere, vahşetin çağrısıyla altın arayıcılarının arasında bulmuş kendini. Bilmediği büyülü yazma dünyası serüveni onun son yolculuğu, Martin Eden ise o büyülü yolculuğun son noktası. Martin Eden’i okudukça hem Jack London’u yakından tanıyacak, hem de onun kısa yaşamının o uzun büyülü yolculuğunun nasıl bir cehennem yolculuğu olduğuna tanık olacak ve insan olabilmenin erdemini sorgulayacaksınız.
“Seni ahmak!” diye haykırdı aynadaki görüntüsüne. “Yazmak istedin, yazmayı denedin ama içinde yazacağın bir şeyin yoktu. Ne vardı senin içinde? Bazı çocukça fikirler, birkaç aptalca duygu, çokça sindirilememiş güzellik, koca ve kapkara bir cehalet, aşkla dolup taşmış bir kalp, aşkın kadar büyük, cesaretin kadar beyhude bir tutku. Ve sen yazmak istedin! İçinde yazacak bir şeyler bulmak üzeresin. Güzellik yaratmak istedin, ama güzelliğin doğası hakkında hiçbir şey bilmezken nasıl yapabilirsin ki? Hayatın başlıca özellikleri hakkında hiçbir şey bilmezken hayat hakkında yazmak istedin. Dünya sana göre içinden çıkılmaz bir bulmacayken (....) hayat ve varoluş düzeni hakkında yazmak istedin. Ama neşelen oğlum Martin. Yine de yazacaksın. Az, çok az bir şey biliyorsun ama daha fazlasını öğrenmek için doğru yoldasın. Şansın yaver giderse bir gün bilinebilecek her şeyi bilmeye yaklaşabilirsin.”