Ona kendim bir ad verdim: Lirbah! Onun adını denizler, gökler, karalar bu adla bilir. Çünkü ona her seslenişimde bu adla seslenirdim. Lirbah! Lirbah… Lirbah’ın ne anlama geldiğini bilmiyorum aslında. Uydurduğum bir şey olmalı! Her nedense bu ad, duyarlıklarımda lirik bir ses, bilge bir yüz ve masallardan çıkıp gelen kız anlamlarına gelen eski bir zaman lekesi gibi durur. Öyle de kalsın isterim açıkçası. Ne zaman bir şiir, bir öykü büyütsem Lirbah’a doğru uçururum. Bir zamanlar ellerime bıraktığı sıcaklık yeniden tazelenir böylece, rüyalarıma girdiği olur. Ona çam sakızı verdiğim an, o çiçeklerle bezeli çayır ve gezindiğimiz yerler birden çıkıverir karşıma. Otların, böceklerin, taşların ve suyun diliyle söyleşir dururuz. İkimiz birlikte öğretmen oluruz aynı yerlerde, aynı okullarda. Aşkçayı öğretiriz çocuklara. Düşünmeyi, düş kurmayı… Sorusu olmayan kalmasın der yeniden kurmaya başlarız dünyayı; sonra da iyi kalpli öykülerle, masallarla, şiirlerle aşka ve barışa boyarız onu.