“Gıtlık vardı o zamanlar oğul.
En büyük zenginlik zahra idi.
Zahranı tuttun mu tamamdı.”
“Zahra ne ana?” diye sordum.
“Kış girmeden bir seklem un, bir seklem bulgur, bir seklem tarhana, iki çelik mercimek, bir çelik yağ, iki çelik soğan, patatesin oldu mu sen köyün en zenginlerindendin oğlum. Gelen misafirler senin zahrana bakardı. Zenginliğin ya da fakirliğin tuttuğun zahra ile ölçülürdü. Emine teyzen çok çelimsizdi o vakitler. Köylüler onun bir kış çıkaracağını sanmazdı. Bacı bildik birbirimizi, birbirimize sığındık hep. Ortada bir tabak yoğurt, yanında da tandırdan yeni çıkmış kömbe oldu mu, ne büyük ziyafetti bizim için.”
Arındırdık kalemi peşin hükümlü öğretilerden ve iki ile ikinin neden dört ettiğini sorguladık. Hatta iki kere ikinin her zaman dört etmediğini anlamaya çalıştık. Görünmeyeni görmeye, söylenmeyeni söylememeye gayret gösterdik. Niyetimiz farklı düşünülsün, hayata biraz da öteki görüngeden bakılsın idi. Bunu başardık diye düşünüyorum, tabi ki okuduktan sonra son söz sizin!