Bir kadının bütün ömrü dört mevsime sığdırılacak olsaydı, o mevsim Sardalya Mevsimi olurdu. Senin bile umudunu yitirdiğin, önce yapraklarını döken, bir umut filizlenir diye beklerken, bütün dalları kuruyup, ufalıp, un ufak toprağın altına giren, eskiden suların gezdiği topraktan dahi umudunu kestiğin çatlakların arasından ha gayret bir kadın açar. Sardalya Mevsimi işte o üç kadının, Buket, Şoger ve Sevda’nın üzerinden bütün kadınların hikâyesidir. Varoluşçuluğun doğasında biri toprağı döven şimşek, diğeri göğüste zemheri soğuk, öteki kalpte bahar dalıdır. Aşkın acısı kalpten mideye inmişti, işçiler gurbete, iki melek vücuda, aşkılar aşka düşmüş, dört kuşak bir ailenin çocukları annesiz büyümüştü. Humi ve Buket varoluşun mistik diyarlarına sökün etmişti. Sardalya Mevsimi geldiğinde, kadın ne ise o değil, ne olmuşsa oydu. Derken kadınlar bahçelerde erken yeşeren, genç, kırılgan dallara tutunmuş, nehirlerin dinlediği yankılar gibi, ateşten önce eğilmiş, ateş gibi dikilmiş, güneşle çenelerindeki buzları çözmüş, dünyanın saçına isyan gibi sinmişlerdi. Artık insan, ‘hayatın saklı kalmış duyguları gizleyecek kadar uzun olmadığının’ gün gibi farkındaydı. Yeryüzünün ilk hikâyelerinden bu yana kadınlar ikinci kez insanın yeni kimliğini doğuruyordu. Sardalya Mevsiminin bir gözlüğü olacak olsaydı, merceği doğuyla batının arasından, bütün kökleri birleştiren kandilleri gösterirdi. Tütsülendi ruhlar. Ölümün isiyle şarkılar söylendi. Kemanlar filizlendi mezarlardan, klarnetler saksıda bitti. Altıncı mevsim Sardalya Mevsiminin bizatihi kendisiydi.