“Sanki sevgilimi yitirmiştim, sanki terk edilmiştim, hiçbir zaman sahip olmadığım bir şeyi gömmek ve bu kaybı bir sır gibi korumak zorundaydım. Kimseyle konuşamazdım bunu. Karıma bile itiraf anlamında sözler söylemedim. Zaten neyi itiraf edecektim ki? Gördüğümde mesleği gereği taşlaşmış gibi duran, bakışları üstümden aşıp giden, düşüncesizlik edip onu ayartmak, onunla konuşmak, basbayağı asılmak için cesaretimi toplasam bile, ancak üzüntülü zamanlarımda nefret edebildiğim bir başkasına bağımlı olduğu için asla peşimden gelmeyecek genç bir kadınla aramda yıllardır süren ilişkiyi mi?”
Günter Grass, romanlarında tarihi figürlere yer vermeyi, hikâyeyi onların etrafında örmeyi sever. Bu kez başrolde, Umberto Eco’ya sanat tarihinde yer alan hangi kadınla akşam yemeği yemek istediği sorulduğunda adını verdiği Uta von Naumburg var, yani Naumburglu Uta. Doğu Almanya’nın henüz Batı ile birleşmediği, sınırların açılmadığı bir dönemde özel izinle, bir okuma turu yapmak için Doğu’daki kentlere giden anlatıcımız Naumburg Katedrali’nde Uta’nın heykelini görür. Geçmişe yaptığı zaman yolculuğunda bu heykele modellik eden kuyumcunun kızına rastlar ve tam anlamıyla tutulur ona, günümüze dönünce aynı kızı çeşitli kentlerde sokak sanatçısı olarak görür, ya da gördüğünü sanır. Sonrası ise anlatıcıda saklı.
Günter Grass’ın ölümünden sonra bulunan bu incelikli anlatısı, kendi çizimleriyle renkleniyor.
“Onun gibi yazarlar kalmadı artık.”
–John Irving