Ekmek, çorba, pilav... Mezopotamya’dan Osmanlı’ya, dünyanın dört bir yanından çeşit çeşit köfte... Tarihte balığa atfedilen simgesel anlamlar, her geçen gün daha az tutulur hale gelen lüfer, üzerine şiirler yazılan hamsi, denizlerin “çirkin kral”ı fener, mitik dülger balığı, midye dolma... Nüfus kâğıdında “doğum yeri” olarak İstanbul-Türkiye yazan lokum, yapılışı müthiş basit ama lezzetli kar helvası, acıbadem kurabiyesinin torunu makaronlar, kışların vazgeçilmezi boza... Küreselleşen dünyanın, bin bir tür çeşide sahip zincir kahve dükkânlarıyla rekabete giren geleneksel kahvemiz...
Artun Ünsal, Ortaya Karışık’ta kendine has anlatımıyla bunların hepsine değiniyor. Ama işi mutfakta, sofrada bitirmeyip “yemek sevdası” üstüne de düşünüyor: “Bulduğunu yutan” onursuz oburlardan cinsel güç için yiyeceklere bel bağlayanlara, iyi yemek seven ve yapan gastronomlara uzanıyor; Bizans’tan ve Osmanlı’dan günümüze yemek kültürümüzün peşine takılıp seyyar meydan aşçılarına, meyhanelere, esnaf lokantalarına, lüks restoranlara uğruyor; sokak mutfağına hak ettiği değeri veriyor; kapsamlı bir yemek/yemek kültürü kitapları panoramasının yanında mutfağımızın korunması ve daha da gelişmesi için görüş ve önerilerini sıralıyor.
“(...) İnsan ‘yemek yer’, öteki canlılarsa sadece ‘yemlenir’, ‘otlanır’. (...) Gerçekten, mağara adamından günümüze yemek gereksinimiz kültürle yoğrulmuştur. Yemek bir uygarlık ve kültür işaretidir. Zira yiyecek üreten, yemek haline getiren tek canlı insandır.”
ARTUN ÜNSAL