Allah’ın yarattığı en aziz varlık olan insanı kurtarmak ve mutlu etmek İslâm Dîni’nin ana gayesidir. İnsanımızı şaşkına çeviren kavram kargaşasının zirveye ulaştığı bu zamanda ortaya sürülen kurtuluş ve mutluluk formüllerinin artık yalama olması, İslâm’ın dışında kalan sistemlerin iflâsını haykırırken, İslâm mücâhidlerine düşen önemli görevlerden birisi, sistemlerin takdim ettikleri değer ölçülerini ve yetiştirdikleri insan tiplerini ilmin net ışığında ve elle tutulur kesinlikte ortaya koymaktır. Tarih boyunca değer ölçülerinin münakaşa edildiği İslâm-küfür yahut İslâm-câhiliyet savaşı, dünyalarını bilgisizliğin zindan ettiği insanları aydınlığa çıkarmak gayesiyle başlamış, gösterdiği sonsuz genişliğe ve müsamahaya rağmen en katı tepkilere maruz kalmıştır. Bu yönüyle tarih, bir garabetler sahnesidir; en çok müsamaha gösteren, en acımasız hücumlara hedef yapılır. Bunu anlamak için, Rasûlullah’ın muamelesiyle O’na yapılanları mukayese etmek yeterlidir. İslâm’a saldıranlar, bilgisizlikleri ve kör saplantıları sebebiyle insanlardan başka yaratıklara yakışan nitelikleri kendilerine şiar edinenlerdir. İslâm’ın güzelliklerinden ve yüksek gayelerinden haberi olmayan bir kimse, eğer içinde kötülük taşımıyorsa, onu İslâm’ın değer ölçüleriyle ruhlandırarak önce topluma, sonra insanlığa kazandırmak bir derece kolaydır. Fakat hiçbir şeyle tatmin olmayan, herkese yüksekten bakan, hizmetleriyle donandığı köle ve hizmetçilerini insan bile saymayan, en basit hatalara en ağır cezaları az gören, herkese hükmetme derdiyle kıvranan, yaratıcısı Yüce Allah’a kulluk yolunda alnı secdeye gelmeyen bir yırtıcıdan insan yapmak, ne denli zordur. İlâhî vahiyle aydınlanmayan ne olursa olsun, bugün uydurulmaya, yarın bozulup değiştirilmeye mahkûmdur. Böyle toplumlarda insan, deneme tahtasıdır. Bu sebeple kendisiyle her gün bir başka şekilde karşılaşan insan, kendisine saygıyı yitirmiş, başkalarına da değer vermez hâle gelmiştir. Bu uçurum, bir başka yönden bakıldığında; kendilerini yaratan Allah’ın koyduğu ebedî nizamdan başkalarına teslim olanların acı sonudur. Bu eserin konusu olan, azılı müşriklerden Utbe bin Rebîa’nın kızı, Bedir sonrasının Mekke başkanı Ebû Süfyan’ın karısı, Emevî Devleti’ni kuran Muâviye’nin anası Hind, Mekke Fethi’ne kadar Kur’ân’a sırt çeviren, cahilî sistemin yetiştirdiği bir kadındır. Bu devre içinde onun; kocasını daima kötüye teşvik eden, kafasına uymayan her şeyi reddeden, iliklerine kadar kin, kibir, gurur ve hasetle dolu bir yırtıcıdan yahut bir kuduz müptelâsından farkı yoktur.