Modern toplumun yabancılaşmasına ve sömürüsüne tepki gösteren, ama modern kapitalizm açısından merkezi olan özel mülkiyet yapısına karşı herhangi bir ciddi reddiye ortaya koyma konusunda isteksiz olan faşizm, pusulasını ancak gericiliğin ışığıyla –kökten bir şekilde değişikliğe uğramış modernite koşullarında yeniden ele geçirilecek mitsel bir geçmişle– ayarlayabilir.
Faşizm, diye anlatır bize bir tarihçi, “İtalyan faşist partinin ortaya çıkmasıyla 1922-23’te başladı… Avrupa çapında faşist partilerin türediği 1930’larda rüştünü ispatladı… iki diktatörün yenilgisi ve ölümüyle birlikte 1945’te sona erdi”. Fevkalade elverişli bir tarihsel ve kavramsal sadelik! Araştırma 1922-45 dönemiyle sınırlandırılır ve bizi faşist fikirlerden, hareketlerden ziyade faşist yönetimin kurum ve süreçlerini incelemeye davet eder. 1922’den önce faşizmin hangi öncellerivardıysa, bunlar özellikle de düşünsel bir tarzda, son derece dar bir çerçevede ele alınır ve faşizmin doğasını, onun ideolojik özünü ve süregelen varlığını belirgin kılmada yatan her güçlük, İtalyan ve Alman faşizmlerinin en ince ayrıntılarına inen açıklamalarla atlatılmış olur.
Bu yaklaşım, 1922’den önceki kimi eğilimlerin faşizmin gelişimine ne ölçüde temel sağladığını hafife alır ve bu gelişmenin köklerini tutarlı biçimde örgütlenmiş bir politik parti veya hareketten ziyade belli bir dizi felsefi tartışmada bulduğu gerçeğine kulak asmaz. Neocleous söz konusu yaklaşıma iki temel düzeyden meydan okumaktadır. İlk olarak, felsefe alanında Avrupa’nın faşizme giden yolu merkezi önemdedir. Faşizm, Avrupa tarihindeki bir parantez olmak şöyle dursun, Avrupa’nın düşünsel, kültürel ve politik tarihi içerisindeki felsefi-politik mücadelelerin bir ürünüdür ve aynı zamanda bu tarihin bir oluşturucusudur. İkinci olarak, faşizmin, küçük ama etkin insan gruplarının ‘uygarlaşmış’ burjuva yaşamın esaslarını kavrama yeteneksizliğinden doğan bir tür politik sapma olmak şöyle dursun, gerçekte yaşadığımız ilişkilerin ‘normal’ ve sermaye odaklı örgütlenişine dair bir problemdir.