Yusuf öldürülmeden bir gün önceydi, Asiye Gelin’in yaralı bir kartalın komşunun cennet görünümlü bahçesine düştüğü rüyayı gördüğü gün. Komşunun bahçesi öte tarafta, kartalsa Yusuf. Bir ay düşmüştü, memleketin orta yerine ve yıkılmadık ev, ocak kalmamıştı. Şeyh Celâl rüyasına gelip, "Asiye bacım" demişti, "bu memlekette bir daha ot bile bitmez, Memedini al da git buralardan". Darbeden bir gün önceydi ve ay devlete delaletti. Oğlu Mehmet’in perişan bir halde evde kapıyı çaldığı günden bir gece önce yaralı bir ceylanı su içerken görmüştü, meğerse ceylanın o içtiği su değil ağuymuş. Ceylan Mehmet’ti... 1970’lerin son demleri. Dünyanın rüyaya, efsanenin gerçeğe, geçmişin geleceğe karıştığı bir taşra kasabasında, gözden gönülden, dünyanın geri kalanından uzakta, "bir akasya ağacının serin gölgesinde" yaşayan insanlar. Çatışmalar, ölümler ve darbenin ayak sesleri bir radyo tiyatrosu kadar uzakta onlara. O günlerden birinde, 1980 yılının kiraz mevsiminde "Asiye Gelin; bir gözü camdan dışarıda, dün gece gördüğü rüyayı düşünüyordu. Mehmet; bir kulağı radyoda, oğlunun kapıyı çalacağı anı bekliyordu. Feride; aklı hala gelmeyen oğlunda, kaynamakta olan taze fasülyeyi karıştırıyordu. Ve herkes bu şekilde işlerini yapmaya debam etmeye niyetliydi. Dışarıdan gelen iki el silah sesini duymasalardı eğer..."