68'den Günümüze, İdeolojik, Teorik Bir Arkeoloji Çalışması
68’den günümüze, ideolojik, teorik bir arkeoloji çalışması
Bu kitap, 68 yılından bu güne, Mahir Çayan’ın, Deniz Gezmiş’in, Yusuf Aslan’ın, Hüseyin İnan’ın, Ulaş Bardakçı’nın, Sinan Cemgil’in çok yakın arkadaşı olan bir devrimcinin Münir Ramazan Aktolga’nın, 40-50 yıllı değerlendirdiği bir öz eleştiri, yazarın kendi deyimiyle “68’den günümüze, ideolojik, teorik bir arkeoloji” çalışmasıdır. Son elli yılın bir takım sorularına tutarlı yanıtlar vermektedir.
Kitabın içinden bir alıntı:
Bu dünyaya niye gelmişim ben biliyor musunuz? Önünüzde linki duran şu siteyi hazırlayarak onu yayınlayabilmek için! Oradaki çalışmaların ortaya çıkmasında aracı olabilmek için!.. http://www.aktolga.de/
Bu görevi yerine getirmeye çalışırken o büyük insanın -annem Muazzez Aktolga’nın- sözleri halâ kulaklarımda idi: “Bana bak” diyordu, “biz bu mücadeleyi boşuna vermedik, sonuna kadar götüreceksin”... “Bütün yaşadıklarını, buradan çıkan sonuçları yazacaksın, yoksa gözüm açık giderim, hakkımı helal etmem!..”
Bak işte anacığım, sana verdiğim sözü yerine getirdim...
Ama sadece sana mı söz vermiştim?..
Hey Ulaş, Necmettin -ve diğer arkadaşlar- sizlere sesleniyorum!..
Boşuna ölüp gitmediniz!.. Bakın, bayrak özünde yere düşmedi!.. Başkalarını bilmem ama ben sizlere verdiğim sözü de harfiyen yerine getirmeye çalıştım!.. Ne idi bizim mücadelemizin özü, modern sınıfsız bir topluma ulaşmak değil miydi?.. İşte ben, sizden sonra da hep bu yolda yürüdüm... 21. Yüzyıl koşullarında kendimce bu büyük hedefin yolunu aydınlatmaya çalıştım...
Hey Deniz, seni nasıl unuturum; dinle bak, sana sesleniyorum!..
Şu gerillacılık konusunda seninle hiçbir zaman anlaşamadık. Sen bana “pasifist” derdin hep, ben de sana “maceracı”!.. En çok neden kendime kızarım bazen biliyor musun, keşke seni o Hüseyinler’le falan tanıştığın eve hiç götürmeseydim!! Ama, şaka tabi, öyle olmasa başka türlü olacaktı!.. Sen, kendi mecrasında akan bir su idin, mutlaka yolunu bulacaktın... Sana kızdığım zamanlar da oluyor tabi, ama özünde seni çok iyi anladığım için sana da diyorum ki, hey Deniz ruhun şad olsun!..
Ve, hey Mahir! Bak, ne diyorum biliyor musun?..
Yahu, biz Denizler’e “maceracı” falan derken nasıl oldu da girdik bu işlerin içine?.. “İşçi sınıfı” diyorduk biz, nerden çıkmıştı o gerillacılık öyle!..
Ama boşver, senin yerin gene de başka. Sen gerçek bir Marksist olmaya çalıştın her zaman. Kendi kendine sorduğun soru hep şu olmuştu: “Neden Küba Devriminden sonra başka hiçbir yerde devrim olmadı-olmuyor”?.. Hep bu soruyu soruyordun kendine... Ve sonra da bunun nedenlerini bulmaya çalışıyordun. Söyler misin bana, o zaman kendine bu soruyu soran kaç kişi vardı ortalıkta?.. Yani sen, kendine “devrimci” deyipte öyle yan gelip yatan biri olmadın hiçbir zaman... Seni o “öncü savaşı”na, gerillacılığa götüren süreç de bu araştırıcı ruhun olmuştu zaten. Yani öyle, duygusal bir Che, ya da Ho Şi Minh hayranlığı değildi senin çıkış noktan. Sen, tıkanan devrim yolunun açılması için teorik bir çözüm arıyordun. “Halkın devrimci öncülerinin” vuracağı darbeler kitlelere, artık çok güçlü hale geldiği düşünülen emperyalist zincirin aslında halâ eskiden olduğu gibi zayıf halkalardan oluştuğunu gösterecekti. Görünüşteki “suni dengenin” aldatıcı olduğunu gösterecekti. Ve de, başta işçi sınıfı olmak üzere geniş halk kitleleri bir süre sonra “halkın devrimci öncülerinin” arkasından yola çıkarak devrimi gerçekleştireceklerdi...
Biliyor musun Mahir, tabi sana kızıyorum da bazen! Diyorum ki, ey Mahir, bak, hapisten kaçtıktan sonraki o buluşmamızda eğer beni dinleseydin ve hep birlikte yurt dışına çıkabilseydik orada rahat rahat tartışabilirdik bütün bu sorunları ve bu kadar insan da ölmezdi belki...
Ama boşver bunları artık, sen de inandığın yolda yürüdün sonuna kadar. Bak, senin beğenmediğin ve “partiden attığın” o “pasifist” arkadaşın seni hiç unutmadı!..
Hey Yusuf, Taylan, Hüseyin, Sinan ve diğerleri!..
Sizleri unutur muyum hiç!.. Hele seni Yusuf (Aslan)! Ulaş, sen ve ben ODTÜ Fizik Bölümü’nde aynı sınıftaydık, yani sınıf arkadaşıydık biz, ve de sen o ilk zamanlarda bizim gibi “solcu” falan değildin... “Vatansever” bir delikanlı idin. Sonra Ulaş’la ikimiz nasıl da seni provoke etmiştik o Amerika’ya karşı mitinge katılman için!.. “Madem ki sen de Amerika’ya karşısın, hadi o zaman ispat et” diye az mı sıkıştırmıştık seni! Ve sen de bizimle beraber gelmiştin o mitinge, hatırladın mı -“12 Kasım Mitingiydi” sanıyorum- Ve bu miting senin hayatında bir dönüm noktası olmuştu... Orada çıkan bir çatışmada seni alıp götürmüşlerdi de bir ay kadar da hapiste kalmıştın... Sonra çıktın tabi, ama çıkış o çıkış... Hapisten çıkan Yusuf Aslan sanki hapse giren Yusuf değildi artık, bambaşka biri olmuştun, bizleri bile artık yeteri kadar aktif bulmuyordun... Hey gidi günler hey!..
Bak sana bir şey anlatayım: Geçenlerde Facebook’ta rasladım, iyi niyetli genç bir insan senin mezarını ziyarete gidiyor ve orada kağıtlara yazılmış bir sürü dualar falan görüyor! Şaşırmış!.. Başka türlü açıklayamadığı için de hemen demiş ki, insanları mezarda bile rahat bırakmıyorlar!.. Tabi, nereden bilecekti senin ailenin -özellikle de babanın- dindar insanlar olduğunu!.. Hiç unutmam, sen Filistine gittiğin zaman bile baban okula gelip hep seni sorardı, o kadar çok severdi ki seni... Hatim indirip her gün dualar ettiğini söylerdi... Hatta bir seferinde bir de muska vermişti Ulaş’a, seni görürse vermesi için... Bunlar aklıma gelince gözlerim doluyor...
Ya sen Taylan!.. O son gün, benden silah almak için para istediğin gün halâ gözümün önünde!.. Bazan düşünürüm, hani yok deseydim ne olurdu diye!.. Ne olacaktı ki, o zaman da vicdan azabı çekerdim herhalde, yanında silah olsaydı belki vurulmaz, kendini savunurdu diye!..
Ve Hüseyin!.. Hüseyin biliyor musun, ne zaman sen aklıma gelsen hep o “erikler çiçek açınca” sözünü hatırlarım!.. Ne güzel bir sözdü o öyle, tam da senin kendine çok güvenen, az konuşan ama sanki içinde patlamaya hazır bir bombayı barındırıyormuş gibi gizemli olan duruşuna uygun bir sözdü...
Sonra aklıma hep SFK daki o ilk dönem tartışmalarımız gelir. Hani sizlerin TİP’li bizim de MDD ‘ci olduğumuz zamanlar... Nasıl olmuştu da ta oralardan “erikler çiçek açıncaya” gelinmişti...
Ve koca Sinan!.. Bir başkaydın sen Sinan... O son konuşmamızın yankıları hala kulaklarımda: “Münir, bunlar işi başlatınca ben buralarda kalamam” sözünü nasıl unutabilirim ki!.. Senin de ruhun şad olsun...
Bu arada bir de Fikret Sporel geçti bu dünyadan!..
Hani, hayat yollarında yürürken bazan yol tıkanır ve kendini köşeye sıkışmış hissedersin ya, işte o zaman, “umudunu kaybetme, ay gecenin karanlığında doğar, hiç beklemediğin bir anda bir yol açılır önünde ve yola devam edersin”! Sevgili Fikret, işte sen de benim için cezaevinden çıktıktan sonra yurtdışına çıkma sürecinde “karanlıklarda doğan o ay”, “tıkanan yolu açan o anahtar” olmuştun...
Çok ilginç bir şeydi bu gerçekten, aynı süreci benimle birlikte yaşamadığın halde duygusal olarak da olsa meseleyi kavrama yönünde olağanüstü pratik bir zekaya, yeteneğe sahiptin... Belki de seni o noktaya insan ilişkilerinde uzman yanın getiriyordu...
Seni nasıl unutabilirim ki; benden bir yıl sonra senin de İsviçre’ye gelerek orada iltica edişini, gelirken beraberinde bir çuval sahte dolarla birlikte geldiğini (!), bana, “al işte paraysa para ben hazırım işin bir ucundan tutmaya” deyişini, fakat sonra ben, “bu paraları derhal gözümün önünde yakacaksın, yoksa seninle ilişkiyi keserim” deyince de hiç düşünmeden anında o bir çuval doları ocakta yakışını nasıl unuturum!..
Hele akciğer kanseri teşhisi konduktan sonra bu sefer de kendi içine yerleşen o düşmana -kanserli hücrelere- karşı verdiğin mücadeleyi nasıl unuturum... Kansere karşı bile son an’a kadar hiç pes etmeyen o duruşunu nasıl unuturum...
Sevgili Fikret, bu kitabın ortaya çıkmasında senin de çok büyük payın var. Senin de ruhun şad olsun...
Şimdi de sıra kendimde:
Ya sen, bugünden bakınca sen kendini nasıl değerlendiriyorsun o sürecin içinde?
Ben mi? Ben hem vardım, hem de yoktum o zaman! Vardım... açık! Ama yoktum! Yoktum, çünkü bütün bu işler olurken bir şeylerin sakat olduğunu hep görüyordum ben; ama, işin köklerinin çok derinlerde olduğunu hissettiğimden midir nedir bunların yerine neyin konması gerektiğine bir türlü karar veremiyordum, müthiş bir arayış içindeydim...
İki şey yapabilirdim o durumda... Birincisi, bu işler yanlış diyerek çekilebilirdim. Ama bunu yapmadım, yapamazdım... Çünkü o zaman beraber yola çıktığımız arkadaşlarımı yarı yolda bırakarak kendimi kurtarma yoluna girmiş olacaktım! Peki ne mi yaptım? Daha çok insanın ölmemesi için bulunduğum yerde durarak kendimi de dönen o tekerlerin altına attım!..
Attım da ne oldu peki, bir Ulaş’ı bile kurtaramadın!..
Ama bakın, bir nokta daha var; öbür türlü ortaya http://www.aktolga.de/ çıkmazdı... Artık gerisini siz düşünün!..