O kadar içine kapanmış ve insanlardan uzaklaşmıştı ki, sadece ev sahibesiyle değil, her kimle olursa olsun karşılaşmaktan çekiniyordu. Fakirlikten kıvranıyordu; ama şu son zamanlarda bunu da umursamıyordu. Hayati önem taşıyan işlerini tamamen bırakmıştı, ilgilenmek istemiyordu bunlarla. Kendisine karşı ne tasarlıyor olursa olsun ev sahibesinden falan korktuğu da yoktu aslında. Ama merdivenlerde durmak, kendisini zerrece ilgilendirmeyen, her zamanki gündelik saçmalıkları, kira konusundaki tüm bu can sıkıcı şeyleri, tehditleri, serzenişleri dinlemek, yakayı kurtarabilmek için özürler dilemek, yalanlar söylemek… hayır, en iyisi merdivenleri bir kedi gibi geçmek ve kimseciklere görünmeden sıvışmaktı...
“Dostoyevski ölmeden önce, bir insan ve yazar olarak en büyük hayalinin her zaman insanlığa, gerek Rusya’daki gerek tüm dünyadaki ezilenlere ve yoksullara, ‘insanlığın onda dokuzuna’ yardım etmek, insanlığa saygınlığını kazandırmak, aydınlığın ve düşüncenin krallığına giden yolu fethetmek olduğunu yazmıştır. On dokuzuncu yüzyıl edebiyatındaki gerçekçi eserler arasında, Suç ve Ceza gibi kitlelerin yoksulluk, sosyal eşitsizlik ve baskıdan kaynaklanan acılarını böylesine korkusuzca, Shakespeare gibi bir ustalıkla resmeden başka bir çalışma daha yoktur. Ancak Dostoyevski’nin romanı sadece sürükleyici bir trajediyle harmanlanmış yoksulluk ve sosyal eşitsizlik resminden ibaret değildir. Aynı zamanda insanlığın vicdanına ve aklına da seslenir...”
G. M. Fridlender