İnsan bilen canlı, İbn Sina’nın bu kadim tanıma kazandırdığı açılım ve boyuta göre ise- bilen, bildiğini bilen, bildiğini bildiğini bilen, başka bir anlatımla kendi üzerinde düşünebilen yegâne canlıdır. Öte yandan insanın toplumsal bir varlık olduğu ve ancak hemcinslerinin yardımıyla varlığını sürdürebildiği de bir vakıadır. Bu meyanda insanın toplumsal varlık olması, onun sadece yeme, içme, beslenme vb. gibi fiziksel varlığının bekası için değil, bunlarla birlikte bilen bir canlı olmasının da gereği ve koşulu olarak ortaya çıkar. İnsan bilen bir canlı olarak, çevresini gözler, nesneleri sınıflar, soyutlama yapar, anlamlandırır, eşyaya ad verir, yorumlar, değerlendirir, hemcinsleri ve bütün varlıklar içinde kendi ayrımına ve farkına varır. Bütün bunları ise, dil vasıtasıyla hemcinsleriyle paylaşır ve yine dil vasıtasıyla hemcinslerinin tecrübelerine ve birikimlerine katılır. Bu noktada düşünme, insanın salt bir özne olarak varlığı gözlemlemesi ve kendi yerini bulma sürecindeki trajik yalnızlığını aşarak, bireyler arasında bilginin ifade-istifade ve aktarma, kısaca iletişim süreçleriyle iç içe girer ve gelişir. Bu bağlamda dil, insanın bir yandan toplumsal varlık olmasını sağlarken, öte yandan onun bilen ve bilgisini ifade eden bir varlık olmasını sağlayan bir araç olarak ortaya çıkar.