Zaman, sonsuzluk, ezelilik ve ebedilik gibi kavramların genel olarak filozofları, matematikçileri -bilcümle üzerinde temaşa eden herkesi- delirttiğine yönelik, temeli pek de yanlış olmayan bir genelleme vardır: Bunun sebebi ise içinde ister Tanrı’nın düşünüldüğü isterse de düşünülmediği bir sonsuzluk imgesinin, insanı önemsizleştirici derecede ufaltan bir dizi deneyime yol açması olabilir. Cantor, Gödel, Boltzmann ve Turing gibi dehalar bu konular üzerine kafa yoran ama zihni rahatsızlıklarla mücadele etmek zorunda olan dehalardı. Peki bu ne kadar doğrudur?
David Foster Wallace bir keresinde şöyle yazmıştı: “Sonsuzluğun Cantor’u deliye döndürdüğünü söylemek, Aziz George’un, ejderha ile savaşı kaybettiğine yas tutmak gibidir. Sadece yanlış değildir aynı zamanda tahkir edici bir ifadedir.”
Bence Cantor’u deli eden bu matematiksel ikilem değildi sadece: O, Tanrı’nın zihnini çözümlemeye kendini çok yakın hissetmişti ve onu iyi okuyan birisi bunu fark etmekte zorlanmayacaktır.
Akıl sağlığını arazi bir mesele olarak kabul edelim ya da etmeyelim şunu söylemek zorundayız: Tanrı’nın mutlak mevcudiyetini kabul etme biçimlerimiz, onu nasıl anladığımızdan son derece farklıdır. İlki için şunu diyebiliriz; Tanrı’yı kabul edebiliriz. İkincisi için ise; O’nun zihninin nasıl işlediğini bilemeyiz ve hatta bunu anlamlandıramayız bile.