“Uyanmak, hiç bu kadar zor olmamıştı. Rüya mı gördüm, yoksa eskilerden bir güne mi gittim?
Her sabah uyanır uyanmaz radyoyu açar, Ahmet’in de uyanmasına sebep olurdum. Uykuyu sevmesine rağmen banyodan yükselen sese hiç kızmazdı. Hatta bildiği şarkı çalıyorsa mutlaka mırıldanırdı. Sesi pek de güzel değildi. Ben dalga geçince de İtalyan tarafıma laf atardı.
‘Biz sizin bildiğiniz tenorlardan değiliz!’
Şimdilerde uyanık kalmak, bir tür işkence.
… Ağzımda tuhaf bir kan tadı. Yavaşça doğruldum, dolaptan O’nun sevdiği renklerden bir pantolon ve bir gömlek seçtim. Aynanın karşısına oturdum, ne kadar zamandır küpe takmadığımı fark ettim. Artık gereksiz geliyordu. Önümdeki kutunun içinden iri bir yüzük aldım. Annemden kalan. Giyinirken beni oyalamak için hep şarkı söylerdi. Hep aynı şarkıyı.
Oysa annemi seyretmek bana yeterdi.
Renkli tokalar takar, her defasında ‘onlar bana mı?’ diye sorardım, kırmızı rujunu sürerken,
‘Sana da sıra gelecek,’ derdi.
Ahmet gittiğinden beri o şarkı da hep dilimin ucunda. Sanki çocukluğumda tenime işlenmiş, saçlarımın örgüsüne iliştirilmişti.
‘Coccodirillo come fa?’”
Ülker Kurtcan’ın çok sevilen romanı, hem İzmir’de yaşanan büyük bir aşkı, Ahmet’le İtalyan
Gina’nın aşkını, hem de Gina ile iki kızının hikâyesini anlatıyor. Sürükleyici, etkileyici, düşündürücü bir hikâye.