Taşra, edebi okumalarımda hep ilgilendiğim mekanlardan biri olmuştur. Taşrada geçen çocukluğum, o dönemde belleğimde iz bırakan hadiseler, Türkiye’nin taşrasına ara sıra yaptığım yolculuklar, taşradaki siyasete ve sosyolojiye olan ilgim, bu durumun hasıl olmasında etkili olmuştur. Şöyle argümanlarım bile olmuştur: “Türkiye’yi anlamak, taşrayı anlamaktan geçer.” “Taşra, Türkiye’nin aynasıdır”.
Edebiyatta ve sinemada taşraya yönelen edebi türler ve filmler Türkiye’yi anlamam konusunda bana yol gösterici olmuştur. Türkiye nitekim metropolden ibaret değildir. Metropolde akan hayatın aksine zamanın yavaş aktığı taşra bize bazı gerçekleri, bireylerin dünyalarını ve yaşam gaileleri karşısındaki savaşımlarını, yaşama dair umutlarını, hayata tutunmalarını akseden bir coğrafyaydı. Metropolün periferisinde kalan taşra bazen gericiliğin, bağnazlığın bir mekânı, bazen de milliyetçi düşüncelerin bir parçasını teşkil eden yurdun bir zenginliği şeklinde algılanmıştır. Günümüze geldiğimizde ise küreselleşmenin etkisi altında kalan ve buna koşut olarak sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan dönüşen taşra, metropolün hengamesinden kaçanların, metropolde tutunamayanların sığındığı bir mekân olmakla birlikte, aynı zamanda sıkışmışlığı, arada kalmışlığı, kaçışı simgeleyen bir yer olmuştur.