Kaç aşkın izi vardır bir aşkın içinde? Sarıldığımız bir bedende kaç ayrı bedenin sesini, kokusunu duyarız? Tesadüfler mi sürükler bizi yeni bir insanın dünyasına, yoksa o insan zaten en başından beri ruhuyla hayatımızdadır da onun bedenlenmesini mi bekleriz sabırla, acının bilgisiyle ve şekil değiştirerek varlığını sürdüren duygularla?..
Yasemim İlmiye Tümkaya'nın "Yağmurla Gelen Şubat Güneşi" romanı tam da bu sorularla açıyor kapılarını ve okurunu da yanına katarak cevaplar arıyor satırları boyunca. Aşka dair acı bilgilerle olgunlaşmış Zeynep'in ve Ahmet'in, iki gencin öyküsü adım adım, adeta bir saat düzeneğiyle işleyen olaylar ve diyaloglar silsilesiyle sunuluyor okura.
Yazar, kahramlarının bugünlerini, şimdilerini aktarırken geçmişlerini de etkileyici geri dönüşlerle aktarıyor. Bilinç düzeyinde gerçekleşen her unsurun, her durumun kaynağında bilinçaltında yer etmiş bir bilginin bulunduğunu gören okur, öyküye başka açılardan da yaklaşabiliyor bu sayede.
Aşkın, gerçek aşkın, ölümle bile tükenmeyeceğini belirtirken, varlığından ve gücünden hiçbir şey kaybetmeyen bu yüce duygunun başka bir insana yönelerek kendini yeniden hatırlatabileceğini, duyurabileceğini fısıldıyor esasında…
"Yağmurla Gelen Şubat Güneşi" bizi bugünün dünyasında varlığına kolay kolay ikna olamayacağımız bir başka duyguyu da yeniden değerlendirmeye davet ediyor: Masumiyet. İyi niyetin, hoşgörülü yakınlaşmaların, ilk adımı paylaşmak ve arkadaşlık olan aşkların da doğabileceğine, belki biraz zor olsa da, yeniden inanıyoruz bu roman sayesinde…
Hayallerin gerçekle harmanlandığı, bir hayata değer katan insanların yokluklarıyla dahi neleri etkileyip değiştirebildiğine dair bir kanıt olarak da okunabilir bu roman…
Aşkın güneşi hiç batmayacaktır çünkü…