“… O an güllerin, dalların ve serçelerin canlanıp beni ebedi kalacağım bir cennete götürmesini dilemiştim. Az evvel ardımdan gülen portakal ağaçlarının da orada olmasını. Orada yalnızca dalların, güllerin, küçük serçelerin ve mavi hurdanın olmasını dilemiştim. Onunla uçsuz bucaksız yeşilliklerde dolaştığımı, arabadan inip ırmak boylarında su içtiğimi ve sonra kahverengi bir atın uzaklardan çok ama çok uzaklardan yanıma kadar gelip, sıcak nefesini yüzüme verdiğini düşlemiştim.”
Dünyaya olan aidiyetimizi de yabancılığımızı da bize kelimeler söyler. Hikâyeye sığınır, hikâye anlatır, hikâyeler dinleriz. Belki de bu sayede sonraki güne uyanma arzusu duyarız.
Betül Ok’un öyküleri heyecanlı bir anlatıcının dilinden dinlediğimiz hikâyelere çok benziyor. Orada, okuru bekleyen büyülü bir dünya var. Şimdilerde böyle anlatıcılar kaldı mı bilmiyorum. Geleneğimiz sayısız hikâye anlatıcılığının örnekleriyle doludur. Benim kuşağım bu geleneğin son örneklerine şahitlik etmiştir aynı zamanda. Betül Ok’un öykülerinin de böylesi öykülerden olduğunu düşünüyorum. Yazar, sade ve duru üslubuyla akılda kalıcı öyküler anlatıyor. Yer yer masala göz kırpan bu öykülerde; koşturan atların, ıssız gecelerde yankılanan anne dualarının, merhametin ve kavganın, içe çekilme ve dışarıda kalmanın izlerini sürüyoruz.
Bir çocuğun hikâyesini dinlerken aynı zamanda babanın hüznünü, annenin çaresizliğini, savaşın vahşetini, insandaki bitmeyen umudu da görüyoruz.
Betül Ok, bu ilk kitabıyla kendi sesini/sözünü derinleştirirken aynı zamanda bizi kendi dünyasında bir keşif yolculuğuna çıkarıyor.
Yunus Nadir Eraslan