Ayşegül Ünal'ın ilk hikâyelerini okuyuşumun üzerinden on yılı aşkın bir zaman geçti. Haftada bir kaç gün uzunca sayılabilecek bir yolculuğa çıkıyor, Üsküdar'dan, editörlüğünü yaptığım Mostar Dergisi'nin Samandıra'daki bürosuna gidiyordum. Dergi bürosunun da içinde bulunduğu binanın çok yakınında, anayolun kenarında siyah bir Yörük çadırı vardı; kentin uzak kıyısında kurulmuş bu çadır aslında kafe olarak işletilen bir mekândı. Yanılmıyorsam Ayşegül ile ilk orada oturduk ve hikâyeleri üzerine konuştuk. Sonra bir kaç kısa hikâyesini Dergâh Dergisi'ne, Mustafa Kutlu'ya yönlendirdim. Mustafa Bey, Ünal'ı kabiliyetli bulmuştu. Israrcı olur, devam eder, eksikliklerini tamamlarsa iyi bir netice alınacağını düşünüyordu, bazı hikâyelerini yayınlayarak cesaretlendirdi. Deniz Geçen onun ısrarının, işin peşini bırakmadığının bir kanıtı. Kitabın ön sözündeki iddia da gösteriyor ki, bu kitap ısrarının henüz ilk meyvelerinden biri, yazmaya, anlatmaya devam edecek; yazıp anlattıkça hikâyesinin toprağını daha bir verimli hale getirecek. Öyle olmasını da diliyorum; çünkü Ayşegül Ünal, verimi artırmak için kimyevi / sentetik ilaçlara tevessül etmeyen, içeride duran, içeriyi anlatan, içeridekilerin ruh kumaşına hürmet gösteren bir kalem.