Yollar biter, nehirler kurur, yağmur diner ama yılmadan, mola bile vermeden yürür ölüm. Bu döngüye yenik düşmemenin bedelini yalnız toprakla gökyüzü öder. Mavi yavaşça bulutu emdiğinde, güneş gözle görünmeyen kollarıyla dünyaya uzandığında ve ölüm bir alışkanlığa dönüştüğünde hafızalarda sadece ürkütücü bir anons canlanır: Merhumenin naaşı öğle namazına müteakip kılınacak cenaze namazının ardından aile mezarlığına defnedilecektir.
Dilek Özhan Koçak ilk kurmaca kitabında bizlere çarpıcı doğa tasvirleri, gerçekçi diyaloglar ve tüm duyularınızla hissedebileceğiniz soğuk bir ürperti sunuyor. Küçük bir kasabada cereyan eden ve ölümün soğuk nefesini ensemizde hissetmemizi sağlayan bu eser, bir başucu kitabı olmaya aday. Nefes kesici anları, şüphe uyandıran cümleleriyle Taşrada Ölürken, bir solukta okuyacağınız bir roman.
“Bir şey onu uyandırdı. Bu seferki gürültü değil, sessizlik. Hiç ses yok. Saate baktı. Sabahın sekizi. Hayatın, nefes aldığının, var olduğunun kanıtı ne? Bugün şuracıkta ölse, kaç kişi bilir, kaç kişi hatırlar onu. Günlerdir evdeydi. Hayat sanki içinden yavaş yavaş çekiliyor ve yerini sinsice yaklaşan ecele bırakıyordu. Günler geçtikçe, üzerini yeşil yosunlar kaplayan elbiseler gibi çürüdüğünü hissediyordu. Geldiği yerde bu saatlerde sokaklar araba ve insan sesiyle dolu olurdu. Hava poğaça kokardı. Şimdi insan yok, hava bir tek nem kokuyor.”