Küçük kıza baktı uzun uzun. Armut sapı gibi incecik boynuna, kim bilir kaç gün önce örülmüş saçlarına...
Duvar dibi komşusunun geçen yıl aldığı evlatlık geldi gözünün önüne. Bitlenip mitlenmesin diye saçları sıfır numaraya vurulmuş, dondurucu soğukta mosmor olmuş ayaklarına geçirdiği takunyalarla su taşıyan, merdiven silen Hesna... Her işe koşturulan, bir saniye rahat bırakılmayan Hesna... “Hesna, bana su ver!”, “Hesna, kapıya bak!”, “Hesna, odun getir!”… Yani bu kız da öyle mi olacaktı? Yüzüne, iki örgü saçlarına baktı... Küçük kız, sanki hakkında verilecek hükmü seziyormuş gibi, yaşından umulmayacak bir boyun eğiş ve tepeden tırnağa bir bekleyiş içinde, gözlerini kırpmadan öylece gözlerine bakıyordu...
Bileğine, iki yanına düğüm atılmış irice tek bir mavi boncuğun takılı bulunduğu, vaktiyle beyaz olduğu anlaşılan, kirden esmerleşmiş bir kırnap parçası bağlıydı. Minicik bir yumruk hâlinde sıktığı elini avuçlarına aldı. Gözleri nemlendi, peş peşe yutkundu.
Beyza koydular adını; karlı, bembeyaz bir kış gününde geldi diye…