Zübeyde’nin sırtı ürperdi. “Biz sıradan Makedonyalı insanlarız. Bizim aradığımız şey hep iyilik olmuştur, şan şöhret değil, hele kılıcın ucundaki zafer hiç değil.” Çingenenin gözleri kömür karasıydı. “Nedenini bilmediğin bir anda ve yüreğin onun için kan ağlarken, oğlundan ayrılmak zorunda kalacaksın. Anlamadığın şeyi sineye çekmek zorundasın. Başının altındaki kılıç onun bir simgesi olacak. Kılıç’ı asla ondan alma. Onun kaderinin karşısında duran kim olursa olsun, kadın ya da erkek, yok edilecek!”
Çingene Zübeyde’nin sırtına vurdu. “Korkma. Karnındayken bile olsa korku nedir bilmemeli. O altın bir adam olacak ve güçle dolup taşacak. O, Doğuyla Batı arasında kırılması olanaksız bir altın bağ olacak. Gene de, ancak bir kadınla paylaşabileceği, olabildiğince derin şeylerin arzusu içinde kıvrana- cak. İçindeki güçten gelen şeyi arzulayacak.” Çingene dimdik ayağa kalktı, ellerini derin ceplerine sokarken, “Ona asla ne benden, ne de anlattıklarımdan hiç söz etmemelisin, çünkü bir gün gelecek bunlara ve bizim eski numaralarımıza gülecek.”