Albert Cohen Efendinin Güzeli’ni 1930’larda yazmaya başlamıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın araya girmesiyle roman ancak 1968’te yayımlanabildi ve derhal Joseph Kessel, François Nourissier gibi isimler tarafından bir dilin bir asırda belki on tane çıkarabileceği türden, tartışmasız bir başyapıt olarak değerlendirildi. Nitekim aynı yıl Fransız Akademisi’nin Büyük Roman Ödülü’nü aldı. Efendinin Güzeli, edebiyat dünyasında önemli dönüm noktalarından biri. Bu, o günden beri konu olduğu tartışmalardan da anlaşılabilir. Albert Cohen, Solal, Mangeclous gibi başka romanlarında yarattığı, kendi hayatından izler taşıyan kahramanlarını yenileriyle beraber destansı bir romanda bir araya getirmişti: Kefalonya adasında doğmuş, ardından Fransız vatandaşlığına geçmiş, Cenevre’de, Milletler Cemiyeti’nde yüksek bir görev edinmiş olan Solal ve onun altında çalışan memurlardan Adrien Deume’ün karısı, evlenmeden önceki adıyla Ariane Corisande d’Auble. Solal ve Ariane adeta beden güzelliğinin simgesi, kusursuz aşkı taşımak için yaratılmış birer zarftır. Fakat Solal, aşkın kutsallığı denen olgunun, dış görünüşü bozacak en ufak bir ayrıntıya bile dayanamayacak kadar temelsiz olduğunu hisseder. Bir tabutta çürümeye mahkûm fani varlıklarıyla kutsiyetin bir araya gelemeyeceği fikri onda bir saplantıdır. Ariane ise Cenevre’nin köklü, Protestan ailelerinden birine mensuptur. Hayatla ilişkisi yüksek ahlak, yüksek değerler, yüksek sanat, asalet tarifleriyle kurulmuştur. Nihayet birbirlerine duydukları çekim bütün çekincelerin, yasakların üzerine çıkar; sonunda sadece aşklarını yaşayacakları, asalet taşımayan hiçbir davranışın, insani durumun kabul edilmediği, ötekinden özenle saklandığı bir dünya kurarlar. Onlar kozalarını örüp aşklarıyla beraber bir eve kapanırken Almanya’da Hitler yükseliştedir ve Avrupa’da Yahudilerin konumu hızla değişmektedir. Yahudi olan Solal için de bu bir devrin sonu, büyük ıstırapların, sorgulamaların kaynağıdır, ancak aşklarının devam edebilmesi için Ariane’ı bu dünyanın dışında tutmaya kararlıdır.