"Tutsaklar caddenin ortasında bize el sallıyorlar, öpücük gönderiyorlar, parmaklarıyla zafer işareti yapıyorlar, yumruklarını kaldırıyorlardı. Peşlerinden gidiyorduk, her iki kaldırımda yüzlerce kadındık, belki bin. Onlara vurduklarında haykırıyorduk. Garın yakınlarına gelindiğinde, kadınların hepsi bağırmaya koyuldu. Bunu başlatan kimdi bilmiyorum. Sözler, küfürler veya talepler değildi ağızlardan çıkan, bir çığlıktı yalnızca. Bir süre sonra öbürleri gibi bağırdığımı fark ettim. İlkin alçak sesle, sonra biraz daha yüksek, sonra çok yüksek sesle."
Yaşam savaşı veren gelinini her gün hastanede ziyarete giden anlatıcı, banliyö ile merkez arasındaki mesafeyi katederken geçmiş ile bugün arasında da yol almaktadır. Naziler tarafından öldürülen bir direnişçinin sevgi dolu anısı ile celladının koyu gölgesi, yılları aşıp steril hastane odasını doldururken bugün Avrupa'nın merkezindeki hayata da sorgulayıcı bir ışık düşürüyorlar. Bildiğimiz Paris'ten farklı bir Paris bu: ölümün yoksayıldığı bir kültür.
Metanetli bir yazardan ölüme ve yaşama, ümide ve direnişe, güce ve tutkuya dair yalın ve dokunaklı bir roman. Nefes almanın ihtişamına, inadına bir övgü.