Koltuğunu geriye yaslayıp gözlerini kapamış uykuyu beklerken, morgdaki haliyle Katya çıkageldi gözünün önüne. Metal bir çekmecenin içinde, beyaz bir çarşafa sarılı, dişsiz ağzı açık, gözleri kapalı, yüzünde hâlâ bombardıman uçaklarına karşı bir teyakkuz ifadesi, kıpırtısız yatıyordu. Aytek, o sabah morgda elini çekinerek uzatıp Katya’nın buz gibi alnına koymuş ve onun bir daha dönmemek üzere gittiğini ancak o zaman kavramıştı. Bunu da, ince bir sızıyla ancak şimdi fark ediyordu. Annesinin ölüsünü gözünün önünden uzaklaştırmaya çalıştı, ama başaramadı. Katya metal çekmecenin içinde kazık gibi doğruldu, kafasını mekanik bir hareketle Aytek’e doğru çevirdi. Gözleri hâlâ kapalı, yüzü kıpırtısızdı. Açık ağzından, bir hoparlörden çıkar gibi çıktı sözcükler:
“ ‘Geberemedin bir türlü!’ diyordun. Bak, geberdim işte!”
Deniz kıyısında insanlar görürsünüz; kimi iskeleden oltasını sallamış balık bekler, kimi paçalarını sıvamış kumsalda yürür, kimi de yelkenleri fora etmiş bir martı gibi süzülür ufka doğru. Herkese verecek bir şeyleri vardır denizin.
Muzaffer Abayhan, hüznü gülümseyerek yaşatan usta işi bir mizah, sade, akıcı bir dil ve sağlam bir kurguyla, bilgiçlik taslamadan, gevezelik etmeden öyküler yazıyor. Bir solukta okunan, şaşırtıcı bir biçimde biten, sarsıcı, akılda kalıcı öyküler… Deniz gibi öyküler…